Bu yazı 22.07.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Türkiye ile Brezilya'nın İran konusunda bir süre önce ürettikleri açılıma Batı'dan itiraz ve eleştiri gelince, bunu, ‘kuzey'in, ‘güney'in yükselişine tepkisi olarak yorumlayanlar oldu. Hatta buradan yola çıkarak uluslararası sistemin gelecekteki yapısı da tartışıldı. Acaba ABD süper güç konumunu devam ettirebilecek mi? Yeni süper güç(ler) ortaya çıkacaksa, bu hangi ülke olacak? Yeni düzende güç dengesi nasıl şekillenecek? Bu tür sorular aslında ABD'nin Irak ve Afganistan çıkmazları ve küresel ekonomik krizle birlikte uzunca süredir tartışılıyor. Uluslararası ekonomide öne çıkan ülkelerin değişmeye başlaması ve etkinliklerinin artması tek kutuplu düzende sona yaklaşıldığının göstergeleri olarak algılanıyor. Her tartışmada olduğu gibi, burada da materyal gerçeklere bakmakta fayda var.
Uluslararası sistemin evrimi
Uluslararası sisteme egemen olan devletler (‘hegemon' ya da ‘başat güç') genel olarak bir küresel savaşla rüştünü ispat ederler ve yaklaşık 100 yıl dünyayı yönlendirirler. Son 500 yıla bakıldığında, 16. yüzyılda Portekiz, 17'de İspanya, 18 ve 19'da İngiltere ve 20. yüzyılda da ABD'nin söz sahibi olduğu dünya düzenleri yaşadık. Bugün artık küresel savaşlar rakip ülke ordularının karşı karşıya gelmeleriyle yapılmıyor. 21. yüzyılda dünyaya hâkim olacak ülke ya da ülkeler grubunun ekonomik, askeri ve kültürel alanlar başta olmak üzere, pek çok konuda dünyayı yönlendirecek araç ve etkinliğe sahip olması gerekiyor.
Bu çerçevede ‘soğuk savaş'ın sona ermesinden beri ABD'ye rakip olabilecek bazı ülkelerin uluslararası alanda öne çıkmaya başladıklarını; üstelik bu yönde bir talebin entelektüel düzeyde geliştiğini görüyoruz. Peki bu tür talep ve beklentiler ne kadar sağlam temellere oturuyor?
Ekonominin yeni süper güçleri
Her ne kadar ekonomi tek başına yeterli değilse de uluslararası sistemde söz sahibi olabilmenin temelinde ekonomik güç yatıyor. Son 20 yıldır dünyada ekonomik büyümede başı çeken iki ülke Çin ve Hindistan. Son krizle birlikte büyüme hızları düşmüşse de halen liderliklerini koruyorlar. Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre 2012'de dünyanın en büyük üç ekonomisi, Hindistan'ın Japonya'yı geride bırakmasıyla birlikte ABD, Çin ve Hindistan olacak. Brezilya da yüksek büyüme performansını sürdürmesi halinde, 2012'de Fransa ve İngiltere'yi geride bırakarak dünyanın en büyük yedi ekonomisi arasına girecek. Bu gelişmenin öneminin farkında olan her üç ülke de büyümelerini sürdürülebilir kılmak için reformlara yönelmiş durumdalar.
Bu ülkelere Rusya'nın da katılımıyla oluşan ve İngilizce isimlerinin baş harfleriyle anılan BRIC ülkeleri, ekonomik anlamda Amerika'nın başat konumunu tehdit ediyorlar. Bugün için dünya nüfusunun yüzde 40'ını ve küresel gayri safi hasılanın yüzde 10'unu temsil eden bu ülkelerin, yakın gelecekte büyük bir ekonomik güce dönüşecekleri açık. Böyle bir gücün siyasi alanda etkili olması kaçınılmaz. Bu duruma ilk kez 2001'de Goldman Sachs uzmanlarından Jim Oneil'ın işaret etmesi aslında ABD'nin durumun ciddiyetinin farkında olduğunun göstergesi.
Siyasi alanda nüfuz mücadelesi
Ekonomik üstünlüklerini küresel siyaset alanına da taşımak isteyen bu ülkelerin en somut girişimi, Hindistan ve Brezilya'nın Almanya ve Japonya'yı da yanlarına alarak BM Güvenlik Konseyi'ndeki daimi üye sayısının artırılması yönündeki talepleri. Ayrıca Çin, Hindistan ve Brezilya, ülkeleri dışındaki yatırımlarıyla üçüncü ülkelerin kaynakları ve dolayısıyla o ülkelerin politikaları üzerinde de denetim sağlamaya çalışıyorlar. Özellikle Çin'in Latin Amerika ve Afrika'ya yönelik yatırımlarında bu politikanın izlerini görmek mümkün. Bir zamanlar IMF'nin yardımlarıyla ayakta durabilen bu ülkelerin günümüzde IMF'ye kredi verir hale gelmeleri ve uluslararası kuruluşlarda yönetim pozisyonlarına kendi vatandaşlarını yerleştirme çabaları, sistemde söz sahibi olma istediklerinin başka bir göstergesi.
Öte yandan bu ülkeler güçlü orduları olduğunu ve uluslararası sorunlarda inisiyatif alabileceklerini göstermek amacıyla çeşitli operasyonlara da girişiyorlar. Çin'in Somali açıklarında ve Aden Körfezi'ndeki deniz haydutluğunun sona erdirilmesi ve ticaret yolları güvenliğinin sağlanması için bölgeye bir filo göndermesi, Brezilya'nın BM Haiti Barış Gücü'nün yönetimini üstlenmesi gibi gelişmeler bunu doğrular nitelikte. Ayrıca Çin ve Hindistan askeri ve enerji ihtiyaçları, Brezilya da barışçıl amaçlarla nükleer faaliyetlerini yürütmeye devam ediyorlar.
Yenilerin çıkmazı
Bu üç ülkenin Rusya'yı da yanlarına alarak birlikte hareket etmeleri gelecekte uluslararası sistemin işleyişini etkileyebilecekse de halihazırda kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar ve ABD ile ikili ilişkilerinin niteliği bu tür bir gelişmenin önündeki engeller olarak duruyor. Burada özellikle Hindistan ‘kuzey'e karşı ‘güney'in oluşturacağı meydan okumanın en zayıf noktası. Bu ülkenin Çin'le yaşadığı sınır sorunları, savunma politikasının merkezine Çin'i oturtmasına neden oluyor. ABD ile nükleer alanda yaptığı işbirliği de buna yönelik. Her ne kadar Hindistan ve ABD arasında sorunlar varsa da iki ülke 2008'de imzaladıkları nükleer anlaşma ile ilişkilerini stratejik ortaklık düzeyine çıkarttılar. 1974'teki ilk nükleer denemesinden sonra Hindistan'a yakıt ikmali, teknik destek ve teknoloji transferini askıya alan ABD, Bush döneminde ‘Nükleer Silahların Önlenmesi Antlaşması'na taraf olmayan Hindistan'ın nükleer izolasyonuna son vererek politika değişikliğine gitti. Bu politika değişikliği esas itibariyle ABD'nin Hindistan'ı Çin'i dengelemek için kullanma arzusundan kaynaklanıyordu. Hindistan'ı ise Pakistan'ın nükleerleşmesine göz yumarak dengeliyor. Öte yandan Orta Asya'da ABD'yi rakip gören Çin, son dönemde İran konusunda ABD ile benzer yönde hareket ediyor. Yine de birbirlerini dengeleyecek unsurları kontrol etmeye devam ediyorlar. ABD, Tayvan'ı destekleyerek Çin'e gözdağı verirken Çin de Latin Amerika'da ABD karşıtı ülkelerle ilişkileri geliştiriyor ve Amerika'nın uluslararası borcunun yüzde 25'ini elinde tutuyor. Tabii bu sonuncu olgunun iki ülkenin kaderini birbirine bağladığını da unutmamak gerekiyor.