Bu yazı 22.06.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Yakın çevremizdeki tüm sorunlara arabulucu olmaya çalıştığımız malum. Fakat bu çaba sorunları çözmekten öte, Türkiye'ye sorun çıkartan bir formüle dönüşmek üzere. Son dönemde, çözmek için çaba sarf ettiğimiz her sorunda taraf olarak kendimize sorun yaratmayı başardık.
İran üzerinden sadece ABD'ye değil ama BM Güvenlik Konseyi'ne ters düşmek, Gazze ve Hamas üzerinden İsrail'le yaşanan gerilimler, Ermenistan'la yakınlaşmak için yola çıkıp, bu ülkenin yanı sıra Azerbaycan'la da kötü olmak hep dış politikada Türkiye'yi köşeye sıkıştıran gelişmeler. Bu gelişmelerin yaşandığı dönemde Suriye, Lübnan ve Ürdün'le imzalanan serbest ticaret ve vize anlaşmaları, AB ile soğuyan ilişkiler ve Rusya'yla gazdan sonra nükleerde imzalanan anlaşmalar, Türkiye'nin dış ilişkilerinde farklı bir yöne kayıp kaymadığı sorularını gündeme getirdi. Bu tartışmaları şimdilik bir kenara bırakarak iç-dış politika bağlantısı, danışmanlar yoluyla yürütülmeye çalışılan diplomasi ve genel olarak dış politika yapım sürecinin nasıl işlemesi gerektiğine bakalım.
İç siyaset odaklı dış politika
Üç hafta önce ‘Mavi Marmara' gemisinin Gazze ablukasını delme girişimine karşı İsrail'in orantısız güç kullanımını takiben yaşanan kriz Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkileri kopma noktasına getirdi. Diplomatların maharetlerine en çok ihtiyaç duyulduğu anda krizin iç politika malzemesi haline gelmesi, ardından giderek dozajı artan açıklamalar ve bu vesileyle iç politikadaki sorunların ikinci plana düşmesi peş peşe geldi. Kamuoyu önündeki konuşmalarında Başbakan'ın düzenli olarak İsrail'i hedef almasına ve dış politikanın yürütücüleri olan diplomatları ya da kendi tabiriyle ‘monşer'leri suçlamasına artık alıştık. Fakat bunların ortaya çıkartacağı sorunları görmezden gelmemiz mümkün değil.
Ülkelerin iç siyasi yapılanmalarının dış politikalarını şekillendirmesi ya da dış politika uygulamalarının iç politikaları dolaylı da olsa etkilemesi normaldir. Fakat doğrudan iç kamuoyunu etkilemek amacıyla dış politika yürütmenin yanlış sonuçlar doğuracağı da ortadadır. Hem bu sorundan uzak durmak hem de dış politikada atılacak adımlarda duygusallığa yer olmadığından bu iş normal şartlarda eğitimli, deneyimli ve profesyonel kişilere, yani diplomatlara emanet edilir. İstisnai durumlarda siyasi danışmanların da devreye girdikleri olur ama bu, adı üstünde istisnadır. Her ne kadar doğada değişim esassa da dış politikada istisnaların kural haline gelmesi ülkeleri sıklıkla zor duruma düşürür.
Bu noktada Başbakan Erdoğan'ın daha önce denediği ve Mart 2003'te ABD ile yaşanan krizden sonra uzaklaştığı ‘diplomasiyi yakın danışmanlarla yürütme' yöntemine geri dönmesi endişe verici bir gelişme. İsrail'le yaşanan kriz ile BM'deki İran oylamasının ardından ABD'ye gönderilen heyetin profesyonel bir ekip ya da partilerüstü bir komisyon olmayıp, son dönemde dış politika konularında Başbakan'a yakın çalışmaya başlayan Ömer Çelik'in başkanlığında AKP'yi temsil eden bir heyet olması, bu alanda yeni bir sürecin başladığına işaret ediyor. ABD ile hassaslaşan ilişkileri açıklığa kavuşturma görevi AKP milletvekilleri ve danışmanlarına bırakılmış gözüküyor. Giden ekibin kimi temsil ettiğiyse cevaplanması gereken önemli bir soru olarak ortada duruyor. Bu tür girişimlerin devlet görevlilerini sürecin dışında bırakarak danışmanlarla ne kadar sürdürülebileceği ve kapalı kapılar arkasında neler konuşulduğu ise ayrıca sorgulanmalı.
Danışmanların görevi
Başbakan'ın etrafında danışmanlar ordusu olması normal. Malum; ülke yönetmek kolay iş değil. Danışmanlar, uzman oldukları konularda politikalar üretmek, bunların fayda ve zararları konusunda bilgi sunmak ve gerekirse üçüncü taraflara anlatmakla görevlidirler. Bunun en yakın örneği halihazırda Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Ahmet Davutoğlu'nun Başbakanlık Başdanışmanlığı yaptığı dönemdeki faaliyetleridir. Başbakan'ın dış politika yapımında bürokratik mekanizmaların ötesinde danışmanlarını aktif kullanması Davutoğlu'nun bakan olmasıyla azalmıştı, fakat son dönemde yeniden bir artış göze çarpıyor. Bunun, zamanın gereklerinin yanı sıra ne kadar Başbakan'ın profesyonellere (ve belki de kendi bakanına) güvenmemesinin sonucu olduğunu bilmemiz mümkün değil. Ama ortada bir güvensizlik olduğu da açık. O kadar açık ki bu, Başbakan'ın konuşmalarına da yansıyor; emekli olsalar da siyasi eleştirilere cevap vermekten kaçınan diplomatların Başbakan'a verdikleri toplu karşılığa da. Yine de bu durum, danışmanların katılımının dış politika yapımını karmaşıklaştırdığı gerçeğini değiştirmiyor. Mart 2003'e giderken danışmanlar aracılığıyla ABD'ye verilen sözlerin Türkiye'yi ne kadar zor durumda bıraktığı hafızalarda tazeliğini koruyor. Peki bu gibi durumlarla karşılaşmamak için ne yapmak lazım?
Dış politika oluşturma süreci
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, TBMM'deki bir konuşmasında, "Dış politika yapım süreci statik değil dinamiktir, muhalefetin bilgilendirilmesi ve alternatif politikalar önermesinin sağlanması, hükümetin bakış açısını zenginleştirir. Yapım süreci ve uygulama aşaması, farklı bakış açısına sahip uzman ve akademisyenler tarafından mutlaka sorgulanmalı ve olumlu/olumsuz eleştirilerle desteklenmelidir" derken aslında önemli bir noktaya temas etmişti. Fakat, bakanın söylemini hükümetin benimsemediği ortada.
BM oylamasını takiben ABD'ye giden heyette sadece AKP'li vekillerin bulunmasının yanı sıra Başbakan'ın "Monşerler kendi işlerine baksın, onlar bizim politikamızı anlayamazlar" açıklaması sürecin diplomatlar üzerinden yürütülmek istenmediğini gösteriyor.