Bakanlıkta Bir Yıl

12 Mayıs 2010

Bu yazı 12.05.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı görevindeki ilk yılını geçen hafta Oxford Üniversitesi'nde düzenlenen bir konferansta yaptığı konuşmayla değerlendirdi. Davutoğlu'nun Türkiye'nin dış politikası üzerindeki etkisi için sadece son yılı değerlendirmek yanlış olacaktır. 2003'te dönemin başbakanı Abdullah Gül'ün önerisiyle büyükelçi payesi verilen Davutoğlu, ardından başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan'ın dış politika başdanışmanlığı görevine getirilince akademik tecrübesini pratiğe uygulama şansı elde etti. Hemen her akademisyenin arzulayacağı bu pozisyonda AKP'nin ilk döneminde daha çok arka planda bir danışman olarak çalışır ve devleti öğrenirken, 2007 seçimlerinden sonra etkinliği hızla arttı ve dış politikada atılan hemen her adımda görünür oldu. İki yıla yakın Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Ali Babacan döneminde Türkiye'nin dış ilişkilerini ama özellikle Ortadoğu poliltikasını Davutoğlu'nun yürüttüğü Ankara'da konuşulan bir sırdı. 1 Mayıs 2009'da bakanlığa atanınca kimse şaşırmadı. Meclis dışından olmasına rağmen, cumhurbaşkanı ve başbakanla yakın ilişkileri ve AKP Meclis grubunun saygısını kazanmış olması nedeniyle rahat bir bakanlık yapabileceği tahmin ediliyordu. Nitekim, bir yıl gibi kısa bir sürede bakanlığın hükümet içindeki prestijini olması gerektiği yere taşıdı ve ortaya koyduğu vizyon ve stratejilerle personelinin saygısını kazanarak, uluslararası alanda Türk diplomasisinin etkili yüzü haline geldi. O nedenle Davutoğlu'nun komşularla sıfır sorun, bölge merkezli dış politika ve stratejik derinlik gibi söylemlerini doğru anlamak Türk dış politikasının önümüzdeki dönemde nasıl şekilleneceğini analiz edebilmek açısından önemli.

Bakanlıktaki ilk yılında Davutoğlu, son dönemde görmeye alıştığımız dışişleri bakanlarından farklı bir profil çizerek, merkezde oturup olayları değerlendirmek yerine, kendi geliştirdiği kavram ve stratejilerin peşinde sürekli hareket halinde sonuca ulaşmaya çalıştı. Bu çerçevede son bir yılda 46'sı Avrupa, 27'si Ortadoğu, 8'i ABD, 2'si Latin Amerika, 5'i Kafkasya, 3'ü KKTC ve 9'u Asya'ya olmak üzere 100 ziyaret gerçekleştirildi. Ziyaretlerin yoğunluğu ilginin nereye olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Peki, neredeyse her 3 güne bir yurtdışı seyahati gerçekleştiren ve muhtemelen bir o kadar da ziyaretçi ağırlayan Davutoğlu'nun ortaya koyduğu yeni strateji ve politikalar ne kadar başarılı oldu?

Durum tespiti

Ülke içinde yaşadığı siyasi sorunları çözmede bir türlü sonuca ulaşamayan Türkiye, yakın çevresindeki sorunların hemen hepsinde arabuluculuk görevini üstlenmek üzere canla başla çabalıyor. İsrail-Suriye, Bosna Hersek-Sırbistan, Afganistan-Pakistan, İsrail-Filistin, Gürcistan-Rusya, İran-Batı ve daha pek çok sorunda Türkiye, güven ortamı tesis edilmesi için uğraşıyor. Farklı beklenti ve çıkarlara sahip ülkeleri ortak bir noktada buluşturmak hiç de kolay değil tabii. Türkiye'nin arabuluculuk görevini sürdürdüğü görüşmelerin ortasında İsrail'in Suriye'ye yönelik operasyona girişmesi üstlenilen işin ne kadar zor olduğunun en açık göstergesi. Bölgede yaşanan olayların etkisini yakından hisseden Türkiye'nin tarihsel sorumluluğu ve ulusal çıkarları çerçevesinde bunlara sessiz kalması elbette beklenemez; fakat arabuluculuk girişimlerinin zaman zaman Türkiye'ye zarar verdiği de oluyor. Nitekim İsrail-Filistin arasındaki sorunda Türkiye'nin Hamas yetkilileriyle yaptığı görüşmeler ABD, İsrail ve Mısır gibi ülkeler tarafından tepkiyle karşılanırken bazı Arap ülkeleri kamuoylarının sempatisi dışında Türkiye'nin bundan herhangi bir kazanç sağladığı görülmüyor.

Komşularla sıfır sorun temelinde atılan adımlar da sorunlara neden olabiliyor. Türkiye-Ermenistan normalleşme süreci bunun en güzel örneği. İki ülke arasında 31 Ağustos 2009'da diplomatik ilişki tesisi ve ilişkileri geliştirme konusunda varılan anlaşmanın açıklanmasını takiben Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinde yaşanan gerginlik, izlenen stratejide yanlış varsayımlar, yeterince düşünülmemiş açılımlar ve planlanmamış açıklamaların etkili olduğu izlenimini veriyor. Atılan adımlar konusunda Türkiye ve Ermenistan'ın yanı sıra konuyla yakından ilgilenen Azerbaycan kamuoyları sürece hazırlanmış olsalardı ve Başbakan Erdoğan'ın açıklamaları en azından dengelenebilseydi, sürecin kısa sürede akamete uğraması engellenebilirdi.Dışişleri Bakanlığı tarafından ‘krizler tırmandıktan, gerilim yükseldikten sonra müdahale yerine, daha krizin ilk işaretleri görüldüğünde müdahale etme ilkesi' şeklinde tanımlanan proaktif diplomasi konusunda ise Türkiye'nin karnesi zayıf. Bırakın proaktif olmayı, gelişmelere verilen tepkilerin süresine bakılınca, bu politikanın etkin uygulanabildiğini söylemek mümkün değil. Rusya ile Gürcistan arasında Ağustos 2008'de yaşanan çatışmalar ve Türkiye'nin "Kervan yolda düzülür" misali geliştirdiği Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu buna verilebilecek güzel bir örnek. Öte yandan, Türkiye'nin yakın çevresiyle ekonomik ve kültürel bütünleşmeye dayanan politikaları ile birlikte barış ortamı oluşturma yönünde ısrarla sürdürdüğü politikaları önemli sonuçlar vermeye başladı. Siyasi ve güvenlik açısından dünyanın en zorlu bölgelerinden birinde bulunan Türkiye, bölgesinde güvenilen, saygı duyulan ve giderek nüfuz sahibi bir ülke olmaya doğru evriliyor. Üstelik bunları büyük ölçüde tek başına, hatta zaman zaman AB ve ABD'nin karşı çıkmasına rağmen gerçekleştirdiği açılımlarla yapıyor.

Bekleyen sorun alanları

Türkiye'nin bazen tek başına kalsa da izlediği politikalar, sıklıkla çeşitli riskleri de bünyesinde barındırıyor. İran örneğinde, bu ülkenin nükleer faaliyetleri konusunda takındığı ısrarcı tutum karşısında Türkiye'nin ekonomik ve askeri yaptırımlardan ziyade diplomasi kanalıyla sorunun çözülmesi yönündeki çabaları, ABD'nin giderek tükenen sabrı ve diğer ülkelerin çıkarları karşısında ciddi riskler içeriyor. Benzer şekilde, Ermenistan'la normalleşme yolunda atılan adımlar Azerbaycan'la ilişkileri bozmamak adına askıya alınmak zorunda kalındı. Kıbrıs'ta ‘Annan Planı' çöktü, plandan yola çıkarak müzakereleri sürdüren Talat'ın yerine cumhurbaşkanı olan Eroğlu'nun nasıl bir politika izleyeceğini ise kimse bilmiyor. Avrupa Birliği ile tamamen duran ilişkileri neyin harekete geçireceği de belli değil. Zor bir dönemde Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturan Ahmet Davutoğlu, kendisinden beklendiği üzere Türk dış politikası için düşünsel derinliğe sahip kavramsal bir çerçeve ortaya koydu ve bunu büyük ölçüde bürokratlarına kabul ettirdi. Sadece AKP içerisinde değil, bakanlıkta ve uluslararası alanda da saygı kazandı. Yumuşak üslubu, akılcı açıklamaları ve kıvrak tavırlarıyla kendisini dinletmeyi başardı. Fakat, çok sayıdaki yurtdışı seyahati, bir o kadar ağırlanan misafir, açılan onlarca büyükelçilik ve girişim karşısında Dışişleri Bakanlığı sınırlı sayıdaki personeliyle zorlanmaya başladı. AKP hükümetinin geneli gibi dar bir kadroyla çalışmayı tercih eden Davutoğlu, Türkiye'den ve kendisinden beklentilerin arttığı dönemde henüz somut bir başarı sağlayabilmiş değil. Üstlendiği sorumlulukların ciddiyeti ve zorlukları göz önüne alındığında bunu kısa dönemde sağlaması da pek mümkün gözükmüyor. Aklıselim ve ölçülü davranışlarının yanı sıra bir akademisyen ve fikir adamı olarak ortaya koyduğu yeni stratejiler ile geliştirdiği yaklaşımları takdir etmemek mümkün değil. Fakat teoride sağlam gözüken stratejilerin pratikteki uygulanmalarının her zaman arzu edilen sonuçları vermeyebileceklerini de hatırlamak ve hatırlatmak lazım.