Bu yazı 30.03.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
İç siyasete ve anayasa muharebelerine yoğunlaştığımız bu günlerde uluslararası alanda Türkiye'yi sıkıştırabilecek gelişmeler oluyor. Bir tarafta İngiltere, İspanya, Bulgaristan, Sırbistan ve İsrail parlamentolarında 1915 olaylarıyla ilgili Türkiye'yi rahatsız edecek yasa tasarıları gündeme gelirken diğer tarafta ABD Başkanı'nın 24 Nisan açıklaması giderek yaklaşıyor, İran'a yaptırımlar gündemde hızla ilerliyor, Almanya Şansölyesi Merkel, Türkiye yolunda imtiyazlı ortaklığı tartışmaya açıyor; Doğu-Batı enerji oyununda son hamlelere yaklaşılıyor. Tüm bunlar olurken Türkiye'nin Washington ve Stockholm büyükelçileri ise Ankara'daki ikametlerine devam ediyorlar. Diplomatların görevi yurtdışında ülkelerini temsil etmek ve çıkarlarını savunmaktır. Bunun için görev yaptıkları ülkelerde ilişkiler kurar, sürdürür ve geliştirirler. Bulundukları ülkelerdeki Türklerin hak ve çıkarlarını korur, sorunlarında yardımcı olmaya çalışırlar. Görevli oldukları ülkenin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve diğer özelliklerine ilişkin bilgi toplar, karar vericilere önerilerde bulunurlar. Bulundukları ülke kamuoylarını etkilemeye çalışırlar. Doğal olarak tüm bunları ancak görevli oldukları ülkede fiilen bulunurlarsa yapabilirler. Diplomatların Ankara'dan ziyade diğer dünya başkentlerinde vakit geçiriyor olmaları bu nedenle önemlidir.
Peki, Türkiye'yi rahatsız edecek kararlar alan, hatta açıkça zarar verecek tavırlara giren ülkelere hiç mi bir şey yapılamaz? Elbette yapılabilir: Duyulan rahatsızlıkla orantılı diplomatik, ekonomik, siyasi ve askeri karşılıklar verilebilir. Askeri tedbirleri bir kenara bırakırsak, devletler rahatsız olduklarında bu durumu liderlerin açıklamaları ve dışişleri bakanlıkları aracılığıyla karşı tarafa iletirler. İlgili ülke elçisinin bakanlığa çağrılarak, durumla ilgili uyarıda bulunulması tepkiyi kayda geçirmek içindir. Mesajın dozajı, kimin tarafından nasıl verildiği rahatsızlığın düzeyiyle alakalıdır. Diplomaside semboller önemli olduğu için örneğin geçen aylarda Tel Aviv Büyükelçimizin İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı tarafından küçük bir odada, basının önünde el sıkışmadan kabul edilmesi ve sadece İsrail bayrağının bulunduğu bir masanın yanındaki alçak koltuğa oturtulması sembollerle dolu bir tavırdı. Rahatsızlığın boyutu daha yüksek olduğunda devletler büyükelçilerini ‘istişarelerde bulunmak' üzere merkeze çağırabilirler. Merkeze gelen büyükelçinin görevinden ne kadar uzakta kalacağına dair rutin bir süre olmamakla beraber, bunun fazlaca uzamaması gerekir. Daha ileri seviyedeki rahatsızlık ise büyükelçilerin geri çekilmesi, sınır dışı edilmeleri, temsil seviyesinin düşürülmesi, diplomatik ilişkilerin askıya alınması ya da Türkiye ile Ermenistan arasında olduğu gibi hiç kurulmaması şeklinde ifade edilebilir. Diplomasideki son önlem ültimatom vermek ve beklenen adımlar atılmazsa siyasi, ekonomik ve/veya askeri yaptırımlara başvurmaktır. Bu nokta zaten diplomasinin başarısızlığını gösterir. Türkiye'nin ABD ve İsveç parlamentolarında görüşülen tasarılara karşı diplomatik yöntemleri sırasıyla uyguladığını görüyoruz. Rahatsızlık önce büyükelçiler aracılığıyla karşı tarafa iletildi; sonra ilgili ülke elçileri bakanlığa çağırılarak uyarıldılar. Daha sonra Dışişleri Bakanı ve Başbakan düzeyinde basın açıklamaları yapıldı. İlgili ülke liderlerine telefonla ulaşılarak rahatsızlık en üst düzeyde ifade edildi. Türk kamuoyunun tepkisi de basın yoluyla ortaya kondu. Yeterli olmayınca, ilgili büyükelçiler danışma amaçlı merkeze çağrıldılar. Elçilerin Ankara'daki kalışları uzadıkça, bundan sonra atılacak adımlarla ilgili tedirginlik de artıyor. Sonuç vermeyen bu yöntemi ne izleyecek? İlgili ülke elçilerini sınırdışı mı edeceğiz? Ültimatom verip, istediklerimiz gerçekleşmezse ilişkiyi tamamen kesecek miyiz? TBMM'de "Bundan sonra bizi mutsuz edecek tavırlara giren ülkelerdeki temsilciliklerimiz otomatik olarak kapatılır" şeklinde toptan bir karar alsak sorunlarımız çözülür mü?
Büyükelçiler göreve dönmeli
Diplomatik önlemler haklı ve yerinde olsa da semboliktir. Türkiye'nin siyasi beklentilerine hizmet edecek sonuçlara bizi götüremezler. O sonuçlara ancak siyasi önlemlerle ulaşılabilir. Geri çekilen büyükelçilerin Ankara'da tutulmaya devam edilmesi anlamını yitirmiştir. Ülkeler, kriz zamanlarında diyaloga ihtiyaç duyarlar. Bu diyalog hükümetler arasında büyükelçiler vasıtasıyla kurulur. Olası bir krizde büyükelçiler Ankara'da ise Washington ya da Stockholm ile etkin diyalog kurulamaz. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon'un geçen hafta, "İstenmeyen sonuçları engellemek için yapılması gereken Türkiye'nin Washington Büyükelçisi'nin görevinin başına dönmesidir" açıklaması önemlidir. Önümüzdeki günlerde İran'a yaptırımlar konusu ile Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi'nden geçen tasarı tekrar gündeme geldiğinde Türkiye'nin çıkarlarını Washington'da kim savunacak? Merkel ve benzerleri Avrupa'da Türkiye karşıtı pozisyonları gündeme getirirken Türkiye'nin görüşlerini kimler anlatacak? Büyükelçilerimizin görevlerinin başında olması ve bu konulara müdahale etmeleri gerekmez mi? İsveç Başbakanı'nın parlamentoda alınan karara katılmadığını açıklaması ve ABD'li yetkililerin Türkiye'nin önemini vurgulayan açıklamaları yeterli değil mi?
Yeni bir strateji geliştirilmeli
Diplomasi taktik manevralarla zaman kazandırır, stratejik kazanımlar getirmez. Eğer Türkiye, soykırım iddialarına karşı stratejik kazanım elde etmek istiyorsa önce kendi stratejisini gözden geçirmelidir. Bu konuya ilişkin bugüne kadar izlediği "Böyle bir şey olmadı", "Karşılıklı kıtal oldu", "Bir şeyler oldu ama biz yapmadık", "Siyasiler tarihe karar veremezler", "Ortak tarih komisyonu kuralım" açıklamalarında sembolleşen stratejiler ile büyükelçileri çekme, ihaleleri dondurma, ziyaretleri erteleme ve boykot uygulanması gibi tepkilerin kalıcı sonuç sağlamadığı ortada. Aksine tepkiler, dost ve müttefik ülkelerle ilişkilerin bozulmasına sebep olurken Ermeni diyasporasının ekmeğine yağ sürüyor.
Türkiye'nin izlemesi gereken strateji çok boyutlu iletişim anlayışı ve kamu diplomasisine dayanmalıdır. Savunma yerine, önalıcı bir strateji izlemek gereklidir. Sadece hükümetlere değil, tüm dünyada entelektüeller, işadamları, sivil toplum ve basın gibi farklı kesimlere yönelik kapsamlı bir kamu diplomasisi yürütülmeli; 1915'te tam olarak ne yaşandığı açık yüreklilikle ortaya konmalıdır. Ancak tedrici olarak sonuç verecek bu önlemlerin yanı sıra kısa vadede doğrudan sorunun özüne inen siyasi önlemler alınmalıdır. Türkiye'deki ortamın gerginliği ve Başbakan'ın Karabağ önşartı düşünülürse Ermenistan'la imzalanan protokollerin kısa vadede Meclis'te onaylanmayacağı ortadadır. Bu durumda Ankara açısından fazlaca bir alternatif yok. Türkiye, Ermenistan'la ilişkilerini güçlendirerek, farklı ülkelerde Türkiye üzerinden ucuz siyasi avantaj sağlamaya çalışanları oyunun dışında tutmak zorundadır. Aksi halde şimdilik yaptırım içermeyecek şekilde alınan kararların hızla yaptırımlı kararlara dönüşmesinin önünde bir engel yok. Sadece Türkiye'nin stratejik önemine bina edilmiş bir politikanın her zaman çalışmayabileceği açıktır. Ermenistan'la kültürel, ekonomik ve siyasi ilişkileri artırarak gerilimi azaltmak ise çok kolay atılabilecek bir adımdır. Akdamar Kilisesi'nde yılda bir kez de olsa ibadete izin verilmesi sembolik öneme sahip, uzun vadede diyasporanın Erivan üzerindeki etkisini zayıflatacak bir adımdır. Tabii sembolik adımları orta vadede protokollerin onaylanması gibi elle tutulur siyasi gelişmelerin izlemesi kaydıyla. Sonuçta, bu iş siyasi liderlik gerektiren siyasi bir sorundur; tarihçilere bırakılarak ya da diplomatları Ankara'da tutarak çözülemez.