Filistin'e Özgürlük ve Türkiye-İsrail İlişkileri

08 Haziran 2010

Bu yazı 08.06.2010 tarihinde Referans Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

İsrail'in Filistin'e özgürlük konvoyuna karşı uluslararası sularda orantısız güç kullanımıyla gelişen kriz ardında çokça soru işareti bırakırken Türkiye-İsrail ilişkilerini de içinden çıkılmaz hale getirdi. Krizin gelişimi, Türkiye'nin stratejisi ve önümüzdeki günlerde yaşanacaklar ile etkilerinin nerelere uzanabileceği daha uzun süre gündemi meşgul edecek. Toz duman arasında şimdilik görünenleri ise aşağıdaki gibi özetlemek mümkün.

Gazze ablukası ve Hamas

Kriz öncesinde, Haziran 2007'den beri Gazze'yi abluka altında tutan İsrail ve Mısır, ortaya çıkan insanlık dramına rağmen 1.5 milyon insanı toplu cezalandırmaya devam ediyorlardı. İsrail silah yapımında kullanılabilecek malzemelerin girişine izin vermediğini söylüyorduysa da BM'ye göre tamamen keyfi uygulamalar neticesinde araba, bilgisayar, buzdolabı genellikle sokulamazken ampul, mum, kibrit, kitap, pastel boya, ayakkabı, battaniye, kahve ve şampuan duruma bağlı olarak bazen reddedilen maddeler arasındaydı. Bu insanlık dışı uygulamayı İsrail, bölgenin terörü araç olarak kullanan Hamas'ın kontrolünde olmasıyla açıklıyor; uluslararası kamuoyu da tepki göstermiyordu. Bu duruma son vermek ve ablukayı kırmak üzere yola çıkan konvoya düzenlenen operasyonun uluslararası hukuk ve insan haklarıyla bağdaşır hiçbir yanı yok. Daha yumuşak zorlama yolları varken İsrail planlı şekilde, kasten şiddet kullanmayı tercih etti. Hedef filoyu durdurmak değil, olası takipçilere mesaj vermekti.

Filistin'e özgürlük filosu!

Filistin'e özgürlük konvoyunun tamamen masum bir yardım konvoyu olduğunu söylemek de zor. ABD ve Türk yetkililerce yapılan açıklamalardan İsrail'in müdahalede bulunacağının bilindiği, konvoyun gidişine engel olunmaya çalışıldığı, fakat gönüllülerin alternatif limanlara gitmeyi reddettikleri, diğer gemiler İsrail donanmasının zorlamasıyla rotalarını değiştirirken Mavi Marmara'nın devam etmekte direndiği ve en azından gemideki bir kısım kişinin ‘şehit olmak üzere' yola çıktıkları anlaşıldı. Operasyonda ölenlerin yakınlarıyla yapılan röportajlar, ölümler için sevinenlerin farklı ruh hallerini ortaya koydu. Sonuçta, sadece yardım için değil, fakat Gazze dramına dikkat çekmek için yola çıkan konvoyun ısrarı ile İsrail'in orantısız ve bir o kadar da beceriksiz müdahalesi, dokuz sivilin hayatını kaybetmesine neden oldu.

İsrail'in tutumu sürpriz değil

İsrail'in aşırı şiddet içeren yöntemler kullanması ilk defa olmuyor. Daha öncesi bir tarafa, aşırı sağcıların giderek etkinlik kazandığı son yıllarda Filistin, Suriye ve Lübnan'a yönelik operasyonlarda hep aşırı şiddet kullanıldı. Zaten ablukayı kırmaya yönelen konvoyun nasıl karşılanacağı da açıkça ilan edilmişti. Dolayısıyla yaşananlar sürpriz olmadı. İsrail'in uluslararası toplumun eleştirilerine vurdumduymaz davranabilmesinin arka planını John Mearsheimer ve Stephen Walt'un ‘The Israil Lobby and U.S. Foreign Policy' başlıklı kitabında görmek mümkün. Kitaba göre, ‘soğuk savaş'ta stratejik bir değer olan İsrail, ABD açısından artık stratejik bir külfet; yine de İsrail lobisi ABD'nin Ortadoğu politikalarını etkilemeye devam ediyor. Bunun sonucunu bu krizde de gördük. ABD, yoğun uluslararası eleştiriler sonucu, İsrail'in BM'de kınanmasına olanak tanıdı ama konuyla ilgili uluslararası soruşturma açılmasına izin vermedi.

Türkiye'nin stratejisi

Türkiye'nin stratejisinin büyük ölçüde istenilen sonucu verdiğini söylemek mümkün. Atılan adımlarla Türkiye, uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmeyi ve İsrail'e karşı tavır alınmasını sağladı. BM Güvenlik Konseyi ve NATO başta olmak üzere pek çok uluslararası örgüt ve ülkeden gelen kınamalar büyük ölçüde Türkiye'nin girişimleriyle oldu. Türkiye'nin İsrailli liderleri yargılama tehdidi ve ABD'nin araya girmesiyle gözaltına alınanlar kısa sürede serbest bırakıldı. Beklenenin aksine, Başbakan Erdoğan, muhalefetin ve radikal grupların baskılarına boyun eğmedi ve sert eleştirilerini sürdürmekle birlikte, krizi kişiselleştirmedi ve gereksiz yere tırmandırmadı. Bundan sonra da beklentilerde gerçekçi olmakta fayda var. İsrail'le ilişkilerin normalleşmesi için ‘özür dilenmesi', ‘mağdurlara tazminat' ve ‘sorumluların cezalandırılması' gibi taleplerin nasıl tatmin edilebileceğinin planlanması gerekiyor. Uluslararası kamuoyunun desteğinin daha ne kadar ve ne çerçevede devam edeceğinin de hesaplanması lazım. Daha şimdiden, İHH'nin konvoyla ilgili niyetleri ve Türkiye'nin krizi önlemek için yeterinde girişimde bulunup bulunmadığına dair eleştiri ve suçlamalar uluslararası basında gündeme gelmeye başladı. Bunların bir kısmının İsrail lobilerinin etkileriyle ortaya çıktığı açık ama bu etkili olmayacakları anlamına gelmiyor. Üstelik Hamas hâlâ terörü kullanan bir örgüt ve hâlâ Gazze'nin kontrolünü elinde tutuyor. Dolayısıyla Türkiye Gazze konusundaki girişimlerini sürdürürken Türkiye-İsrail ilişkilerini bundan ayırmak zorunda. Güvenlik Konseyi'nin kınama mesajına destek veren ve gözaltına alınanların bırakılmalarını sağlayan ABD'den daha fazlasını beklemenin hayal olduğu kadar, uluslararası alanda İsrail'e karşı daha sert tedbirler alınmasını beklemek de gerçekçi olmaz.

İlişkilerin geleceği

Kamuoyunun gündemine Ocak 2009'da Davos'ta yaşananlarla gelen ama çok daha öncesinden başlayan Türkiye-İsrail ilişkilerindeki sorunlar bu krize kadar diplomasi maharetiyle temkinli şekilde sürdürüldü. Fakat kriz, ilişkileri kolayca aşılamayacak bir noktaya taşıdı. İsrail, operasyonuyla Türkiye'yi karşısına alırken Türkiye de izlediği stratejiyle İsrail'in uluslararası alanda yalnızlaşmasını ve sorgulanmasını sağladı. İlişkilerin bundan sonraki seyri büyük ölçüde İsrail halkının, dostlarını bu kadar hoyratça harcayan, çıkarlarına gerçekte neyin hizmet ettiğini fark edemeyen beceriksiz ve başarısız Netanyahu hükümetine daha ne kadar dayanacağına bağlı. Zira gerekçesi ne olursa olsun, vatandaşlarının kanını akıtan bir yönetimle Türkiye'nin ilişkilerini normalleştirmesi, hükümet istese de mümkün olmaz.