Kıbrıs konusu 1964 Johnson Mektubu’ndan beri Türk dış politikasının temel yönelimlerini etkileyen, dönemsel değişimlerini hızlandıran ve genel olarak başarı veya başarısızlığını test edebileceğimiz önemli nirengi taşlarından birisi olmuştur. Türk dış politikasının bu tarihten sonraki hemen her önemli dönüm noktasında karşımıza çıkan Kıbrıs, bugün bir kez daha Türkiye’yi önemli bir seçim ve dönüşümün arifesine getirmiştir.
Türkiye’de iç ve dış politika yapımı ile uzun dönemli öngörü ve planlama eksikliği sürekli eleştirilen konular olmakla birlikte, insan hiç değilse 1950’lerin ortalarından beri ülkenin hem iç hem de dış politikalarında bunca önemli bir yere oturan Kıbrıs konusunda ortak bir anlayış birlikteliğinin artık oluşmuş olacağını umuyor. Fakat, Türkiye’de son yıllarda bu kadar yoğun bir bölünmüşlüğün görüldüğü bir başka dış/iç politika konusu daha olmadı. O kadar ki, “vatan hainliği” suçlamaları ile “ülkenin geleceğini kendi çıkarları için satma” iddiaları havalarda uçuşuyor. Bu “yoğun ve derin” tartışmada her zamanki gibi olan ilk önce gerçeğe oluyor: İlk önce “gerçek” muğlaklaşıyor, anlamını yitiriyor, ardından bu noktaya nasıl gelindiği unutuluyor, sonunda da konunun özüne inemeyen sığ bir tartışma ve siyasi polemik gündemi belirler hale geliyor. Her önüne gelenin fazla düşünmeden ve bilgi sahibi olma ihtiyacı hissetmeden fikir beyan etmesiyle hızlanan bu çekişmede mantıklı bir şeyler söylemeye çalışmak veya tarafsız ve gerçekçi analizler yapmak ise giderek anlamsızlaşıyor ve hızla değişen gündem arasında kaybolup gidiyor. Stratejik-gerçekçi analizler gündeme egemen olamayınca, ister istemez duygular ve tarihten edinilmiş ilgili-ilgisiz izlenimler/yargılar öne çıkıyor. Sonunda, kaçınılmaz olarak aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık türünden kısır döngüler konuya hakim oluyor ve Türkiye’de dış politika yapımı dışardan bakanlar için içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Bu yazı Kıbrıs üzerine mucizevi çözümler ortaya koyma iddiasında değil. Zaten mucizevi arayışlara da gerek yok. Uluslararası ilişkilerde çoğu zaman bakmasını ve görmesini bilmek, içinde bulunulan durumu duygulardan arınmış bir şekilde değerlendirmek, arzularla imkanlar arasında gerçekçi bir denge kurmak, uzun vadeli hedeflerle bunlara ulaşmak için izlenecek kısa dönemli taktikler arasında uyum sağlamak ve en önemlisi de geleceğe yönelik sağlam öngörülerde bulunmak yeterli ve gereklidir. Bunlar yapılabildiği ölçüde, tarihten çıkartılacak dersler ve uluslararası ilişkilerin kavramsal analizleri bize izlenmesi gereken en doğru yola nasıl ulaşacağını gösterir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli husus, ele alınacak her konunun birden fazla yönü olduğunun unutulmaması ve karar verirken ne kadar rahatsız edici olursa olsun sadece gerçeklerden hareket ederek, duygusallık ve önyargıdan kaçınılmasıdır.
O nedenle bu çalışmada mümkün olduğunca Kıbrıs konusunda gözden kaçan veya göz ardı edilen “olgu” ve “gerçeklere” işaret edilecek. Bu olgulardan hareketle ne tür alternatif “çözüm” yolları üretilebileceğini tespit etmek “Kıbrıs uzmanlarının”, çeşitli alternatiflere nasıl ulaşılabileceğini göstermek ve Türkiye’nin hedefleri ile ulusal çıkarları çerçevesinde olumlu-olumsuz yönlerini değerlendirmek ise siyasa-yapıcı bürokratlarının görevidir: Benzer şekilde, konunun uzmanları ve dışişleri bürokratları tarafından önlerine konulan alternatiflerin siyasi, ekonomik, stratejik, duygusal ve benzeri maliyetlerini değerlendirerek, seçilecek alternatif yolun sorumluluğunu yüklenmek de karar-vericilerin sorumluluğudur.
Türkiye’nin yirminci yüzyılın ikinci yarısında iç ve dış politikasında bilinçli/bilinçsiz ısrarla sürdürdüğü belirgin bir tavrı var: Hiçbir konuda köşeye sıkışmadan adım atmamak; palyatif tedbirlerle günü kurtarmaya çalışmak; sonunda köşeye sıkışıp, manevra alanını kaybedince de normal şartlar altında daha az kayıpla halledilebilecek sorunlarda keskin virajlar almak. Bu olumsuz sürekliliği son elli yıldır ekonomide, dış politikada, iç siyasette ve demokratikleşme çabaları gibi konularda sürekli yaşayan Türkiye, Kıbrıs meselesinde de kendisini köşeye sıkıştırmayı başardı. Gelinen noktada, hemen tüm parametreleri kendi dışında belirlenen bir süreç ve zamanlamayla karşı karşıya kalan Türkiye’nin bunları değiştirmek için yapabilecekleri çok sınırlı. Kıbrıs artık geri dönüşü olmayan bir noktaya doğru sürüklenirken, Türkiye kısır tartışmaların yol açtığı ataletle adanın bir avuç su gibi elinden kayıp gitmesini izliyor.
Bu ortamda, ülkenin acilen ihtiyaç duyduğu sihirli formül bir tutam sağduyu, bir bardak gerçekçilik, bir çay kaşığı tarih bilgisi, yeteri kadar hesap ile biraz da vizyon ve kararlılığın bir karışımından ortaya çıkabilir; fakat eldeki malzeme bol miktarda hamaset, duygusallık, hesapsızlık, bilgisizlik, ilgisizlik ve alakalı-alakasız her şeyi birbirine karıştırma becerisi.
Biraz Teori …
Uluslararası çatışmaların dinamiğiyle ilgili öncelikle akılda tutulması gereken önemli bir saptama, her bir meselenin kendine has yönleri olmakla birlikte, özellikle çatışma süreçlerinin hemen her örnekte aynı olduğudur. Taraflar kendilerini mutlak olarak diğer çatışma örneklerinden farklı görürler: “Bizim durumumuz farklı, başka ülkelerin sorunlarıyla paralellik kurmak doğru değil”. Ayrıca, uzun süreli bir çatışmanın tarafı olanlar mutlaka haklıdırlar: “Biz yanlış bir şey yapmadık, sadece kendimizi karşı tarafın saldırılarına karşı korumak zorunda kaldık”. Bu ortamda karşı taraf mutlaka kötü, güvenilmez ve içten pazarlıklıdır: “Biz bu sorunu iyi niyetle çözmeye hazırız, ama karşımızdakiler sürekli bizi yok etmek için planlar yapıyorlar. Biz ne zaman iyi niyet göstersek, karşı taraf hemen bundan faydalanmaya kalkıyor”. Üstelik iki tarafın da ilişkilerinin geçmişinde karşı tarafın güvenilmezliğini ispatlayan örnekleri vardır: “Fi tarihinde biz bir açılım yapmıştık, onlar buna saldırıyla karşılık vermişlerdi. Zaten falanca liderlerinin de söylediği gibi onların esas amacı bizi tamamen yok etmek”.
Aralarında uzun süreli çatışma ve kronikleşmiş düşmanlık bulunan ülkelerin ilişkilerinin tarihi de geçmişte yaşanmış başarısız çözüm girişimleri ve karşılıklı aldatmaca örnekleriyle doludur. Bu örnekler her yeni girişimde ya da taraflardan birinin attığı her yeni adımda tekrar gündeme getirilerek, karşı tarafın ne kadar “güvenilmez” olduğu vurgulanır, böylece iyi niyetli girişimler bile uzun süreli ve etkili olamazlar. Çatışan taraflar arasındaki “gerçek” sorunların çözümü bir tarafa, makul bir çerçevede tartışılmasına bile fırsat vermeyen bu durum, “yaşayan tarihin” doğurduğu karşılıklı güvensizlikle daha da pekişir. Bu ülkeler için “tarih geçmiş değildir; bugünde yaşamaya devam etmektedir”. (1) Bu nedenle, her ne kadar taraflar sürekli olarak aralarındaki sorunları çözmek için diyaloga hazır olduklarını vurgulasalar da, yakınlaşmalarını sağlayacak bir dış tehdit veya “teşvik” olmadığı sürece her ikisi de diğerinin uzlaşmaz tutumu ve paranoyasını ortaya koyacak örnekler sunarak çözümsüzlüğün devamına katkıda bulunurlar. Bu tür bir kısır döngü içerisine giren tarafların makul bir çözüme ulaşmaları genellikle bir üçüncü tarafın “katkısı” olmadan mümkün değildir.
Uluslararası ilişkilerde her istediğinizi almak diye bir şey yoktur. Bir şeyler kazanmak için bir şeyler vermeniz gerekir. Görüşme teknikleri açısından alınanlarla verilenlerin dengeli olması lazımdır; aksi taktirde uzun dönemli bir çözüme ulaşmak mümkün değildir. Ayrıca, uzun dönemli çatışmaları sona erdiren gerçek ve kalıcı çözümler kimseyi tam olarak tatmin etmeyen, fakat tarafların temel çerçevede anlaşabildikleri alternatiflerdir. Bir tarafı tamamen mutlu edecek çözümün uzun dönemde yeni çatışmaları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. O nedenle, uluslararası ilişkilerde “çözüm” denilen olgu, tarafların karşılıklı olarak maksimum arzuları ile minimum vazgeçilmezleri arasında bulunan denge noktasıdır. Bu noktaya da müzakere yoluyla ulaşılır.
Uluslararası ilişkiler ve diplomasinin pratiğe yönelik en temel prensiplerinden birisi, “her ne yaparsanız yapın, kesinlikle alternatiflerinizi sıfırlamayın, kendinizi ve karşınızdakini (düşman ya da rakip) köşeye sıkıştırmayın” anlayışıdır. Bu sadece Türkiye için değil, tüm dünyada geçerli olan evrensel bir ilkedir. Çünkü köşeye sıkışan ve çıkış yolu kalmayan ülkeler kendilerine ve çevrelerine zarar verebilecek öngörülemez davranışlarda bulunabilirler. Fakat Türkiye’de son dönemde garip bir şekilde bunun tersini savunan, çoğunlukla dış politika veya uluslararası ilişkiler eğitimi almamış bir “uzmanlar grubu” türedi. Açıkça söylemeseler bile, yaptıkları tavsiyelerin takip edilmesi durumunda gelinecek nokta alternatifsiz bir şekilde köşeye sıkışmaktır. Bu uzmanların çeşitli medya organlarında yaptıkları analizlerin, kahvehanede açık kalp ameliyatı yapmaya çalışmaktan pek bir farkı yok.
Dış politikadaki bir başka çok önemli prensip “ne olursa olsun, görüşme kanallarını açık tutun, diplomasiye şans verin” şeklinde ifade edilebilir. Çünkü diplomatik müzakere ve görüşmelerin alternatifi savaştır. Silahlı çatışmanın çıkması diplomasinin başarısızlığına işarettir. Dolayısıyla “görüşmeme” tercihi dış politika yapımında bir tercih değildir. En çok da rakipler ve düşmanlarla görüşmek gerekir. Bu nedenle savaşan devletler bile birbirleriyle görüşme kanallarını kapatmamaya özen gösterirler. Çünkü, bir gün savaşın sona ermesi gerekecektir ve taraflardan birinin mutlak yenilgisi dışında bunun tek yolu diplomatik görüşmelerdir. Türkiye’de yine garip bir şekilde çeşitli dış politika konularında “görüşmelerde bulunursak tuzağa düşeriz” anlayışı son yıllarda giderek daha çok seslendirilen bir pozisyon haline geldi. Bu önemli ölçüde bize tarih derslerinde öğretilen “Türkler tarih boyunca hep meydanlarda kazandıklarını masa başında kaybettiler” anlayışının bir yansıması. Fakat bu yaklaşımın gözardı ettiği önemli gerçekler var. Bir kere Türklerin masada başlarına gelenler hemen her zaman meydanlardaki sonucun tescilidir. 18. ve 19. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük devlet konferanslarında kaybettiği topraklar rakipleriyle arasındaki güç dengesinin değişiminin bir sonucudur, basit diplomasi oyunlarının değil. Kimse sağlam ve güçlü bir devleti masa başı oyunlarıyla alt edemez. Bir şekilde görüşmeciler “hile ve desise” ile kandırılmış olsalar dahi, eğer devletin sahadaki gücü yeterliyse bu durumun geri döndürülmesi de anlık bir meseledir.
Sözde uzmanlarımız uluslararası ilişkileri mahalle futbolu düzleminde “Türkler Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmedi, müttefikleri yenildiği için yenik sayıldı” gibi garip bir anlayışla açıklamaya çalıştığı sürece, Türk kamuoyu çok önemli bir başka gerçeği de sürekli gözden kaçırmaya devam edecek: Türk Dışişleri Bakanlığı’nın en başarılı olduğu faaliyet alanlarından birisi müzakeredir ve Türk diplomatları dünyada en çetin müzakereciler arasında anılırlar. Türkiye genel kanının aksine siyasi, askeri, stratejik, ekonomik ve psikolojik olarak en zayıf olduğu dönemlerde bile diplomasisinin kalitesiyle ayakta kalmayı başarmıştır. Aksi halde uzun dönemli planlamada bunca başarısız olan ve ulusal güç unsurlarını bir türlü dengeli bir şekilde harekete geçiremeyen bir ülkenin, Türkiye’nin netameli coğrafyasında bunca yıl ayakta kalması mümkün olmazdı.
Son olarak, “statükoculuk” Türk dış politikasının en uzun dönemli yönelimlerinden birisidir. Bu durum, dış gelişmelere reaksiyoner bir tavır almanın tesadüfi sonucu olmaktan çok, Türkiye’nin parçası olduğu bölgelerdeki mevcut dengelerin bozulması halinde önemli sınır değişiklikleri olmadan dengelerin yeniden sağlanamayacağı ve değişikliklerden Türkiye’nin de etkilenebileceği endişesinden hareketle ortaya koyulmuş bilinçli ve hesaplı bir siyasa tercihinin yansımasıdır. Kendi içinde tutarlı ve dış politikada maceracılık ve yayılmacılık karşıtı olduğu ölçüde, dış politika yapımının genel yönelimi olarak taktir edilmesi gereken bu tercih, özellikle günlük meselelerin ele alımında bir üsluba dönüşünce ciddi sorunlara neden oluyor. Dış politikada statüko yanlısı olmak demek hareketsizlik ve her açılıma karşı olmak demek değildir. Aksine değişen şartlar çerçevesinde statükonun aktif korunmasını ve statükonun devamı için sorun teşkil eden unsurların çözümlenmesini de içermesi gerekir. Türkiye ise son yıllarda iç politikasında olduğu gibi, dış politikasında da hemen her konuda değişim karşıtı bir konuma oturarak, “mecbur kalmadıkça adım atmama” şeklinde beliren bir siyasa tercihini ortaya koyuyor. Bu, geleneksel statükoculuk politikasının aksine, bilinçli ve uzun dönemli bir hesaplamanın yansıması olmaktan çok, Türk bürokrasisini etkisine almış olan atalet ve “aman yeni bir sorun çıkmasın” anlayışıyla, siyasi iktidarların seçim dönemleri çerçevesinde düşünmelerinden kaynaklanan günü kurtarma politikaları nedeniyle anlık önlemler peşinde koşmalarının bir sonucu.
Dünyada genel kabul gören siyaset yapma modeli ise Soğuk Savaş döneminin “sorunları dondurma” yaklaşımından hızla “sorunların bir an önce çözümlenmesi” tercihine kayıyor. Bu gelişmeyi okuyamayan ve uyum sağlayamayan devletler uluslararası sistemde giderek yalnızlaşıyor ve baskılara maruz kalıyorlar. Bu nedenle, Türkiye’nin de bu gelişmeye ayak uyduramadığı sürece, çeşitli konularda kendisini köşeye sıkıştırmaya ve zarar görmeye devam etmesi kaçınılmazdır.
Biraz Tarih …
Kıbrıs sorunu bugünün meselesi değildir. Bugün Kıbrıs’ın içinde bulunduğu konuma hangi aşamalardan geçerek geldiği bilinmezse, yani tarihin doğru bir okuması yapılmazsa, sorunun çözümüne katkıda bulunmak da mümkün olmaz. Bu durumda ya sürekli olarak tarihte “yenilen kazıklar” öne çıkartılarak sorunun çözümüne katkı yapmaya çalışanlar “vatanı satmakla” suçlanır, ya da tarihten çıkartılabilecek dersler tamamen göz ardı edilerek sorunun çözümünde temkinli olunmasını tavsiye edenler “ülkenin geleceğini ipotek altına almakla” itham edilir. Tarihin “doğru” bir okuması ise gerçeğin hiçbir zaman bu kadar siyah-beyaz olmadığını, aslında hep grinin farklı tonlarının hakim olduğunu gösterecektir. Bu nedenle Kıbrıs’la ilgili birkaç tarihi dönemeci yeniden hatırlamakta fayda var.
Venedik’in elinde bulunan Kıbrıs, 1570 sonbaharında başlatılan fetih hareketiyle Osmanlı İmparatorluğu’na katıldı. Bu tarihte adada yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu Ortodokslardan oluşmaktaydı. Ağustos 1571’de Magosa’nın düşmesiyle fethi tamamlanan Kıbrıs’a Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden seçilen Müslüman aileler yerleştirildi ve Ortodoks halk da millet sistemi çerçevesinde İstanbul’daki Ortodoks Patrikliği’ne bağlandı. 1821 Mora isyanıyla bağımsızlık mücadelesi başlatan Yunan milliyetçiliğinin adaya yansıması ve ardından aşırı vergilerden bunalan Müslüman halkın da 1833’te ayaklanmasıyla adada karışıklıklar başladı. Aynı yıl Osmanlı Devleti adanın Hıristiyan halkına bağımsızlığını kazanmış olan Yunanistan uyrukluğuna geçme hakkı tanıdı.
Osmanlı İmparatorluğu 93 Savaşı’nda Rusya’ya yenilip Mart 1878’de Yeşilköy Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalınca, İngiltere’nin Rusya karşısında destek olması karşılığında, 4 Haziran 1878’de “Kıbrıs Adası’nın İngiltere tarafından işgal edilip yönetilmesi için tahsisine” izin veren anlaşmayı imzaladı. Bu tarihten sonra ada nominal olarak Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olmakla birlikte, fiili yönetimi İngiltere’ye bırakıldı. İngiltere de Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında adayı kendi topraklarına kattığını ilan etti.
Lozan’da Kıbrıs’ın İngiltere’ye katılışını tanıyan Türkiye yıllar içerisinde farklı politikalar izledi. 1950’lere kadar kendisi için bir Kıbrıs meselesi olmadığını ifade eden Türkiye, İngiltere tarafından manda yönetimine karşı ayaklanan Rumlara karşı denge olarak soruna dahil edilince, önce “İngiltere adayı boşaltacaksa, ada Türkiye’ye verilmelidir”, ardından da 1955’ten itibaren Taksim (adanın ikiye bölünerek Yunanistan ve Türkiye’ye bağlanması) görüşünü savundu. Rumların İngiliz yönetimine karşı başlattıkları saldırılar, toplumlararası çatışmalara dönüşüp, Türkiye de iyice işin içine girdikten sonra ilgili tarafların (İngiltere, Türkiye ve Yunanistan ile adadaki Türk ve Rum toplulukları) imzaladıkları Londra düzenlemeleriyle 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Fakat 1963’ten itibaren Rumların Londra düzeninde değişiklik yapılması talepleriyle başlayan çatışmalar sonucunda ve adada Enosis’i gerçekleştirmek amacıyla yapılan Yunanistan destekli darbe girişiminin ardından Türkiye, Londra düzenlemeleriyle elde ettiği garantörlük hakkını kullanarak 1974 Barış Harekatı’nı gerçekleştirdi. Ardından önce Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti, Kasım 1983’te de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. 1989’dan itibaren “iki kesimli federasyon” ve 1997’den sonra da “konfederasyon” görüşünü savunan Türkiye, simdi de Annan Planı zemininde ve “adanın gerçekleri çerçevesinde” bir çözüm için görüşmelere hazır olduğunu ilan ediyor.
Bu arada, uzun yıllar BM çerçevesinde ve zaman zaman da ABD’nin gönderdiği özel temsilcilerin katkısıyla toplumlararası görüşmelerle ele alınan sorun, AB’nin 11 Eylül 1990’da “Kıbrıs”ın adaylık başvurusunu kabul etmesiyle farklı bir platforma taşındı. Bu karardan sonra, o tarihe kadar özelde Kıbrıs sorununda, genelde de Türk-Yunan ilişkilerinde taraf olmamaya çalışan AB, üyesi Yunanistan’ın ısrarlı çabalarıyla giderek daha fazla sorunun içine çekildi. Bu süreçte AB’nin desteğini arkasına alan Yunan/Rum tarafı sorunun çözümünde giderek daha ödünsüz bir noktaya ilerlemiş olmasına rağmen, Türkiye ve KKTC taktiksel düzeydeki hatalarıyla uluslararası kamuoyunda bir türlü “sorunun çözümünü engelleyen taraf” olduğu imajını değiştiremedi. Bunda Türkiye’nin aynı stratejik pozisyonu sürdürmekle birlikte, taktik düzeyde zikzaklar çizmesi, sorunun AB’yle ilişkilendirilmesini önleyememesi, hatta kendi AB üyelik sürecinde elde ettiği bir takım kazanımlar karşılığında bu ilişkilendirmeyi zımnen kabul eder görünmesi, bazı dönemlerde siyasi iktidarların iç siyasi endişelerle hareket ederek karşılıksız ödünler vermeleri ile genel olarak ülkenin içinde bulunduğu siyasi-ekonomik sorunlar nedeniyle 1990’ların ikinci yarısından itibaren uluslararası ilişkilerindeki etkinliğini kaybetmesi belirleyici olmuştur.
Bu çerçevede yakın dönemde, 1991’de dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “dörtlü konferans” önerisi, Rum tarafının 1992 Gali Fikirler Dizisini ve 1994 Güven Artırıcı Önlemler Paketini reddedişinin yeni açılımlar ve etkili propagandayla Türkiye lehine kullanılamamış olması, 1995’te Tansu Çiller hükümetinin AB’yle Gümrük Birliği’ne girme yolunda Yunan vetosunu aşmak için metne Kıbrıs’la ilgili ifadelerin girmesine razı olması, 24 Şubat 1997’de Kıbrıs’ın tam üyeliğinin gerçekleşmesi için adada önce siyasi bir çözümün şart olduğunu açıklayan AB’yi genişlemeyi tamamen veto etmekle tehdit eden Yunanistan’a karşı AB içerisinde oluşan karşıt havadan yararlanılamamış olması ile son olarak 1999’da Öcalan krizi ve teröre destek verdiği suçlamalarıyla zor durumda kalan Yunanistan’ın üzerine gidilmemiş olması bu süreçte yaşanan bazı taktiksel hatalara işaret etmektedir.
Bu gelişmelerin ardından toplanan AB’nin 10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi hem Türk-Yunan ilişkileri, hem de Kıbrıs sorunu açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bir taraftan Türkiye’nin AB’ye tam üyelik için adaylığı resmen kabul edilirken, diğer taraftan, Türkiye’yle yapılan pazarlıklar sonucunda, Yunanistan’ın bu konudaki vetosunu kaldırması karşılığında, zirvenin sonuç belgesinde genişleme sürecinde Kıbrıs sorunuyla ilgili özel maddelere yer verildi. Buna göre “Avrupa Birliği Konseyi, siyasi bir çözümün Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey’in üyelik konusundaki kararı, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu konuda, Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır.” (2) Görüldüğü üzere, Kıbrıs’ın AB’ye sorun çözülmeden de üye olabileceği açıkça ve Türkiye’nin AB üyelik süreciyle Kıbrıs sorunu arasındaki bağlantı da zımnen Türkiye tarafından Helsinki’de kabul edildi. Türkiye Helsinki’de ayrıca Yunanistan’la arasındaki sorunları 2004 sonuna kadar diğer yöntemlerle çözemediği taktirde, Uluslararası Adalet Divanı’na götürmeyi de kabul etti.
Ardından AB Komisyonu’nun 7 Kasım 2000’de açıkladığı ve Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecindeki yol haritasını çizen Katılım Ortaklığı Belgesi’nin “kısa vadeli öncelikler” bölümünde Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin “önkoşul” olarak değerlendirilebilecek ifadelerin yer almasına, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş BM nezdinde yapılan dolaylı görüşmelerden çekilerek karşılık verdi. Takip eden süreçte, bu yöntemin sonuç vermeyeceğinin ve giderek daha zor durumda kalan tarafın Türkiye olduğunun görülmesiyle birlikte, Rauf Denktaş’ın görüşmeleri yeniden başlatma teklifi üzerine 4 Aralık 2001’de başlayan toplumlararası görüşmeler sonucunda 11 Kasım 2002’de BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın yeni bir çözüm planı sunmasıyla Kıbrıs sorunu yeni bir evreye girdi.
Çeşitli safhalardan geçen ve üç defa değişikliğe uğrayan Annan Planı Mart 2003’te tarafların anlaşamaması üzerine rafa kaldırılırken, Kasım 2002’den Mart 2003’e kadar sürdürülen müzakerelerde Türk tarafı taktiksel açıdan başarılı olamamıştı. Orijinal Annan Planı’nı olumsuz değerlendirilmekle birlikte, taktik olarak Rum/Yunan tarafı planı görüşmeye hazır olduğunu bildirerek avantaj sağlarken, Türkiye ve KKTC ortak bir pozisyon belirleyerek prensipte de olsa Planı görüşmeye hazır olduğunu Genel Sekreter’e iletmekte zorlandı. Türkiye’deki hükümet değişiklikleri ve Rauf Denktaş’ın plan açıklandığında sağlık sorunları nedeniyle Kıbrıs dışında olması dolayısıyla tepkileri kontrol altına alamaması sonucu olumsuz ve zayıf bir görüntü veren Türk tarafı, bir yıl sonra gelinen noktada tuzakları ve değiştirilmesi gereken yönleri olmakla birlikte, görüşmeler için zemin oluşturabileceğini kabul ettiği Annan Planı’nı Ocak-Mart 2003’te çerçeve olarak kabul etmekte zorlanınca uluslararası alanda “uzlaşmaya yanaşmayan taraf” olarak sunulmasına imkan sağladı. Bu arada, Türkiye’deki yeni iktidarın kendi Kıbrıs politikasını belirlemekte gecikmesi, sürekli olarak üzerinde yeterince düşünülmediği izlenimi veren önerilerle ortaya çıkması, Türkiye içinde ve Türkiye ile KKTC Cumhurbaşkanı arasında beliren görüş ayrılıkları ile son olarak KKTC’de 1975’ten itibaren iktidarı elinde bulunduranlardan duyulan bıkkınlık ve AB üyeliğinin çekiciliğiyle ortaya çıkan güçlü muhalefet Türk tarafının elini daha da zayıflattı.
Türk tarafının uzun yıllardır istediği bir takım ödünleri içermesi nedeniyle Rumların da memnun olmadıkları Annan Planı zemininde kararlılıkla müzakerelerden yana tavır alamayan Türkiye, bir kere daha inisiyatifi elinden kaçırarak, sorunun BM çerçevesinden Yunanistan karşısında zayıf konumda kaldığı AB platformuna taşınmasını ve üyelik süreciyle doğrudan ilişkilendirilmesini izlemek zorunda kaldı. Ardından da geniş bir yay çizdikten ve boş tartışmalarla bir yıl kaybettikten sonra sorunu, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin tüm adayı temsilen AB’ye tam üye olarak katılacağı 1 Mayıs 2004’e kadar çözmek için yeni bir girişim başlatma çabasına girdi. Kaybedilen sürenin maliyeti Türkiye’nin bugün bir yıl öncesine göre dahi çok daha zayıf bir konumda olması, buna karşılık adanın kuzeyiyle birlikte AB üyeliğini garantileyen ve KKTC’de ortaya çıkan Annan Planı’nı destekleyen muhalefetin gücünü görerek daha da rahatlayan Rum tarafıdır. Buradan ulaşılacak noktayı ise bekleyip göreceğiz.
Biraz Gözlem …
Öncelikle belirtilmelidir ki, bugün Türkiye’de Kıbrıs konusunda Annan Planı taraftarları ve karşıtları arasındaki tartışma büyük oranda hamaset ve duygusallıkla yürütülüyor. Olgulara dayalı analiz ve alternatif çözüm arayışları arka planda kalıyor. Unutmayalım ki, dış politikada hamasetle iş yapılamaz, yapılacak olursa sonu hüsranla biter.
Halen Türkiye ve KKTC’de Kıbrıs konusunda fikir beyan etmekte olan kamuoyu önderlerinin (siyasetçi, bürokrat, gazeteci, işadamı, aydın vb.) büyük çoğunluğunun esas önceliği Kıbrıs değildir, hemen hepsi Kıbrıs’ı kendi farklı kişisel mücadelelerinin bir aracı olarak kullanmaktadırlar. Örneğin, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olanlar Kıbrıs sorununun çözümünü sürüncemede bırakarak bu üyeliğe engel olabileceklerini düşünüyorlar. Aralarına Türkiye’deki statükonun değişmesinden rahatsız olanları da alan Ulusal Sol’dan Milliyetçi Sağ’a kadar geniş bir siyasi yelpazedeki bu grup için Kıbrıs bir sembole dönüşmüştür ve aslında başka gerekçelerle karşı çıktıkları Türkiye’nin AB üyeliğine bu yolla engel olmaya çalışmaktadırlar. Bu grubun söyleminde “her alandaki kötü gidişe bir noktada dur deme gereği” de vurgulanmakta, Kıbrıs bu çerçevede şu andaki direniş noktası olarak öne çıkartılmaktadır. Bu grup için Kıbrıs konusunda verilecek her ödün, daha sonra dışardan gelecek başka talepleri tetikleyerek Türkiye’yi bile parçalayabilecek bir süreci başlatacaktır. Bu nedenle, Kıbrıs’ta ödün vermek isteyenlerin “vatan haini” olarak tanımlanması normaldir. Bunlar en iyi ihtimalle iyi niyetli ama tarihten ders çıkartmayı bilmeyen cahillerdir.
Benzer şekilde, bu grubun karşısında yer alan ve büyük oranda çeşitli ulusal gazetelerin köşe yazarları ile bazı baskı gruplarının temsilcilerinin başını çektiği “liberal-ilerlemeci” grup ise, yine aslında başka gerekçelerle istedikleri Türkiye’nin AB üyeliğinin Kıbrıs’ta AB’nin istediği çözümün kabul edilmesi durumunda hızlanacağını umut ediyorlar. Bu nedenle, engel olarak gördükleri Kıbrıs sorununu bir an önce “bir şekilde” çözmek istiyorlar. Bu grup için “statükocuların” direnişi, Türkiye’de ve KKTC’de ellerinde tuttukları imtiyazlı konumlarını ve bu konumun sağladığı avantajları kaybetme korkusundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, çözüme direnenler kendi çıkarları için Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almaktadırlar. O halde asıl “vatan haini” sıfatını hakkedenler bunlardır. Bunlar en iyi ihtimalle iyi niyetli ama günümüz gerçeklerini kavrayamayan dinazorlardır.
Her iki grup da aslında önümüzdeki sorunun temellerine inmekten, çözüm için önerilen Annan Planı’nın ayrıntılarını tartışmaktan kaçınıyor. Çünkü, işin garibi, Annancılar da, karşıtları da büyük oranda planı “henüz” okumamış kişilerden oluşuyor. Ne hazindir ki, planı okumamışlar arasında Türkiye’nin önemli “dış politika uzmanları” ve karar verme konumunda olan insanları da var. Böyle olunca, örneğin 1960 düzenlemeleriyle daha sonraki çeşitli çözüm önerileri ve Annan planı arasında Türkiye ve Kıbrıslı Türkler açısından bir karşılaştırma yapmak ve kazanım-kayıp bilançosu çıkartmak, kamuoyuna hiç yansımayan bir iki gayretli bürokratın çabası dışında, kimsenin aklına gelmiyor bile. (3) Benzer şekilde, bugünkü ya da önümüzdeki on yıl içerisindeki olası dünya konjonktüründe Türkiye’nin Annan Planı’ndan daha olumlu bir çerçeve elde etme ihtimalinin olup olmadığı, sorunun şimdiye kadar çözülememiş olmasının artı ve eksileri ile bu plan reddedilirse Türkiye’nin hangi alternatiflere sahip olabileceğinin stratejik değerlendirmesi, yine kamuoyuna yansımayan bir-iki sınırlı çalışma dışında, hiç yapılmıyor. Hal böyle olunca, Türkiye’nin geleceğinin düğümlendiği iddia edilen bunca önemli bir konu bile sözde uzmanlarca kamuoyu önünde Pop Star tadında tartışılarak “çözüm” üretilmeye çalışılıyor.
Bu arada hükümet, kendi meşruiyeti, iktidardaki geleceği, programında olan bazı konuların halledilebilmesi gibi çeşitli nedenlerden dolayı 2004 sonunda AB’den üyelik görüşmelerine başlama tarihi almak istiyor ve bunun da Kıbrıs’ta açılım yapmadan olamayacağını biliyor. Fakat yine de hükümet, yapmak ister göründüğü açılımın siyasi sorumluluğunu üstlenmek istemediği için Kıbrıs konusunda uzun süre yalpalayarak vakit kaybetti. Belli bir dönem “çözümün önündeki engel” olarak gördüğü KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı yıpratmaya çalışırken, şimdi de “çözümü KKTC ve Türk halkına kabul ettirebilecek eldeki en kurt müzakereci” Rauf Denktaş’ı çözüm arayışlarına entegre etmeye çalışıyor. Bunda elbette Türkiye’nin üst düzey karar vericileri arasında “olmadığı açıklanan“ görüş farklılıklarının, KKTC’de gerektiğinde Türkiye’nin de çıkarlarını koruyabilecek “güvenilir” bir başka müzakereci bulunamamasının ve 14 Aralık 2003 seçimlerinde tüm dış müdahalelere rağmen KKTC halkının yine de yarısının Denktaş’ı destekler tavır almasının da katkısı büyük.
Gerçek, her zaman olduğu gibi, bu iki uç görüşün arasında bir yerlerde: Kıbrıs’ı çözmek Türkiye’nin AB üyeliği için “gerekli” ama “yeterli” bir şart değildir. Türkiye’nin 2004 sonunda AB’den müzakere tarihi alabilmesi ve günü geldiğinde tam üye olabilmesinin Kıbrıs sorunundan bağımsız başka şartları vardır. Fakat, AB üyesi bir ülkeyle (Mayıs 2004’ten itibaren Kıbrıs Cumhuriyeti’yle) sorunlarını çözememiş herhangi bir aday ülkenin de AB’ye tam üye olamayacağı açıktır. Öte yandan, Türkiye’nin öncelikli meselesi haline gelmiş olan ve tam üyelikten ayrı değerlendirilmesi gereken AB’den müzakerelere başlama tarihi almak için Kıbrıs sorununun nihai çözüme kavuşturulması da şart değildir. (4) Fakat, çözümü istediğimizi açık ve net bir şekilde göstermemiz siyasi anlamda gereklidir. Zaten, Kıbrıs’ta Mart 2003’te kesilen görüşmelerin yeniden başlayabilmesi için de bunu yapmak ön şarttır. Bu sürecin hiçbir şekilde geri dönülmez olduğu anlamına gelmez, fakat Türkiye’ye çok ihtiyacı olan nefes alma süresini kazandırır ve Mart 2003’te kesin olarak kaybettiği taktiksel eşitliği bir ölçüde yeniden sağlar. Nitekim 23 Ocak 2004’te MGK’dan çıkan tavsiye kararı ile ardından yapılan açıklamalar devletin üst kademelerinde en azından bu konuda bir anlayış birlikteliğinin oluştuğunu gösteriyor. (5)
Üç Kesinlik, Kesif Belirsizlik
Türkiye, Kıbrıs sorunuyla ilgili çok tehlikeli bir “ya hep ya hiç” noktasına sürüklenirken, devletin tepe noktalarında en önemli endişe kaynağı olarak önünü görememesi vurgulanıyor. Üstelik bu öngörememe hali 1-2 yıl sonrası için değil, 3 ay gibi çok kısa bir dönem için geçerli ve en azından bu sefer Türkiye’den kaynaklanmıyor. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı alacağı tavır gibi Türkiye’nin en iyi ihtimalle belli ölçüde etkileyebileceği, ama kesinlikle kontrol edemeyeceği bir muğlaklıktan kaynaklanıyor. Bu ortamda, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte üç veri var:
- 1 Mayıs 2004’te “Kıbrıs Cumhuriyeti” Avrupa Birliği’nin tam üyesi olacak. Bu konuda Türkiye’nin artık yapabileceği hiçbir şey yok.
- Kıbrıs’ta görüşmelere başlayamama konusunda Türkiye’nin kusurlu görülmesi durumunda Aralık 2004’te AB Türkiye’ye müzakere tarihi vermeyecek.
- Kıbrıs’ta görüşmelere başlanmaması durumunda Rumların şu andaki durumlarından kaybedecekleri bir şey yok. Aksine zaman Rumların yanında.
Bu üç kesinliğin ötesine geçtiğimizde ise, özellikle Türkiye’nin AB üyeliği süreciyle ilişkili belirsizlikler başlıyor. Örneğin, Türkiye Kıbrıs’ta görüşmeleri cesaretlendirici bir tavır alırsa, hatta Aralık 2004’e kadar sorunu çözerse, AB Türkiye’ye tarih verecek mi? Müzakerelere başlamak için tarih alsa bile, bu AB’nin ilerde Türkiye’yi kesin olarak üyeliğe kabul edeceği anlamına gelir mi?
Görüldüğü üzere, AB’nin yapmasını istemediği, hatta çeşitli diplomatik platformlarda direndiği bir alakalandırmayı Türkiye kendi içinde yapıyor, Kıbrıs sorununun çözümüyle Türkiye’nin AB üyeliği sürecini ilintilendiriyor. Böyle olunca da kimlik/aidiyet tartışmalarından, egemenliğin korunması arzusu ve ekonomik fayda analizine, hatta “Bu Avrupalılar da Türkleri zaten istemezler” duygusallığına kadar, aslında stratejik düzeyde bir dış politika sorunu olarak Kıbrıs’la alakalı olmayan onlarca konu konsantre bir şekilde kamuoyuna sunuluyor. Sonuç olarak, aslında Türkiye’nin AB üyesi olup olmaması bazında değil, fakat kendi parametreleri çerçevesinde ele alınması gereken Kıbrıs konusu, 1960’lı yılların ilk yarısında oturduğu düzlemden, yani Türkiye’nin bir iç politika meselesi/malzemesi olma özelliğinden bir türlü kurtulamıyor. Bunun Türkiye’ye maliyeti ise, prensipte haklı olduğu ve uzun dönemli stratejik düzlemde başarı elde ettiği bir konuda, (6) son dakikada siyasi nedenlerle esnekliğini kaybetmesi yüzünden taktiksel hatalar yaparak köşeye sıkışmış olmasıdır.
Ayrıca, genel anlamda bir iç siyaset malzemesi olmanın ötesinde Kıbrıs, zaman içerisinde Türkiye’nin iç siyasetinde önemli bir kırılma noktası haline de gelmiştir. Bu nedenle çeşitli hükümetler “Kıbrıs sorununa” çözüm aramak yerine, kendi dönemlerinde hiçbir şey kaybedilmediğini söyleyebilmek için konuyu sürekli geleceğe havale etmişlerdir. Bunun Türk dış politikasına yansıması, geçmişte çok daha güçlü bir müzakere pozisyonundan küçük ödünler vererek çözebileceği bir sorunu, Türkiye’nin bugün zayıf bir konumdan daha fazla ödün-daha az karşılık düzleminde çözme ya da toptan kaybetme noktasına gelmiş olmasıdır. Bu çerçevede, bugünkü hükümet de siyasi olarak “geçmişte hiç kayıp vermeyen” hükümet/devlet politikaları ile şimdi toptan çözüme zorlanmanın getireceği yük arasında sıkışmış durumdadır.
Çıkış Nerede?
Bunca belirsizlik, uluslararası baskı ve siyasi-psikolojik zorlamalar sonucu ortada kolay bir çıkış yolunun kalmadığı, üstelik önerilecek her alternatifin Türkiye’ye maliyetinin yüksek olacağı açıktır. Bu durumda yapılması gereken fayda/zarar analizi ile Türkiye açısından en az zararla kapatılacak alternatifin tespit edilerek kararlılıkla takip edilmesidir.
Gelinen noktada Türkiye’nin Kıbrıs konusunda hareketsiz kalması ya da “çözümsüzlük çözümdür” alternatifini takip etmesi artık mümkün değildir. Çünkü çözümsüzlük ya da hareketsizlik sonucu ulaşılacak nokta, fiilen olmasa da, de jure Kuzey Kıbrıs’ın Mayıs 2004’te “Kıbrıs Cumhuriyeti” devletinin bir parçası olarak AB’ye katılacak olmasıdır. Bizim bu gelişmeyi tanıyıp tanımamamız ya da bunun tüm evrensel hukuk ilkelerine veya ahlaki değerlere aykırı olup olmaması uluslararası ilişkilerin sert yüzü karşısında artık fazla bir anlam ifade etmemektedir. Önemli olan Mayıs 2004’te bu durumla karşılaşacak Türkiye’nin ne yapabileceğidir. Bir alternatif daha önce de gündeme getirilmiş olan Güney’in AB’yle entegrasyonu oranında Kuzey’in de Türkiye’ye entegre edilmesidir. Bu tür bir adıma karşılık AB’nin bir bütün olarak ya da bazı üyeleri vasıtasıyla adanın kuzeyini zorla ele geçirmesi pek ihtimal dahilinde gözükmemekle birlikte, Türkiye’nin bugünkü uluslararası konjonktürde ve şu andaki kırılgan ekonomisiyle AB’den gelecek yoğun siyasi-ekonomik baskılara direnmesi çok zor olacaktır. Türkiye’nin AB bağlantısının başına gelecekler bir tarafa, bu kopmanın genel olarak Türk ekonomisinde yaratacağı olumsuzluklar, ticaretinin yaklaşık %60-65’ini yapmakta olduğu AB ülkelerinden gelebilecek bir ambargonun Türkiye tarafından kaldırılıp kaldırılamayacağı, AB ile ABD’nin Kıbrıs konusunda benzer noktalarda olmaları sonucu gelebilecek ortak siyasi baskılar neticesinde Türkiye’nin ne tür alternatiflere sahip olabileceği cevabı kolay verilemeyecek sorulardır. (7) Olası bir AB-ABD ortaklığını siyasi, ekonomik ve askeri anlamda bugün dünyada dengeleyebilecek bir alternatifin olmadığını düşünürsek, 1963’ten beri ekonomik, siyasi ve entelektüel anlamda yoğun yatırım yaptığı Avrupa bağlantısını kaybeden bir Türkiye’nin, Kıbrıs’ta da orta vadede bugün masada olandan çok daha zayıf bir konumu/çözümü kabule zorlanacağı açıktır.
Bu durumda, geriye BM çerçevesinde iyi niyetle görüşmelere başlama, böylece çok kısa dönemli de olsa taktiksel bir rahatlama elde etme ve müzakerelerin gelişimine göre daha sonraki stratejiyi belirmeye çalışmaktan başka bir alternatif kalmıyor. Türkiye’nin 2004’ün başından beri geliştirmeye çalıştığı açılım da budur. Elbette bu da belirsizliklerin çok yoğun olduğu bir alternatif ve ideal durum olmaktan çok uzak. Üstelik Kıbrıs gibi esnek olmasının çok zor olduğu bir konuda, Türkiye’yi gelişmeleri çok yakından takip ederek, adımlarını ve planlarını her an yeniden gözden geçirmeye zorlayacak bu tür bir sürecin sürdürülmesi ve herhangi bir kazaya meydan vermeden sonlandırılması da çok zor olacaktır. Fakat, Türkiye’nin şu anda sadece en kötüden kurtulmaya çalıştığını da unutmamak lazım. Görüşmelere başlamak Türkiye’ye Aralık 2004’e kadar, hatta görüşmelerin olumlu ilerlemesi durumda daha da uzun bir süre kazandıracaktır. Bu arada, Türkiye’nin hedefinden sapmaması ve siyasi kararlılığını kaybetmemesi halinde şu anda sahip olmadığı manevra olasılıklarını ortaya çıkartması da muhtemeldir.
Öte yandan, Kıbrıs’ı tekrar bütün hale getirme havucunu sunduğu Rumlar ve Türkiye’yi uzaklaştırarak değil, fakat mümkün olduğunca sisteme entegre ederek daha rahat kontrol edebileceklerini düşünen diğer AB devletleri Aralık 2004’te muhtemelen Türkiye’ye AB’yle müzakere tarihi de vereceklerdir. Çünkü aksi bir durum, sadece “olumlu” gitmekte olan Kıbrıs görüşmelerini sonlandırmakla kalmayacak, aynı zamanda Türkiye’nin vereceği tepkilerle birlikte Yunanistan’la Ege’deki gerginliklerden, AB’nin mülteciler politikasına kadar çok geniş bir yelpazede AB’ye zarar verecektir. Unutmayalım ki, Yunanistan’ın AB içerisinde Türkiye’yi sürekli veto eden konumdan birden Türkiye’nin üyeliğini destekler konuma dönmesinin arkasında AB içerisine alınacak veya yakınında tutulacak bir Türkiye’nin Yunanistan’a tehdit oluşturmayacağı ve çok daha kolay kontrol edilebileceği/ilişkiye girilebileceği değerlendirmesi yatmaktadır. Benzer bir değerlendirmeyi Rumların ve diğer AB ülkelerinin yapmaması için bir neden yoktur. Yeter ki, Türkiye Kıbrıs’ta kapıları kapamasın, çözüm yolunda ciddi adımlar atsın ve 2004 sonunda Türkiye’ye müzakere tarihi verilmemesinin doğuracağı siyasi ve psikolojik sonuçları iyi anlatılabilsin. Buradaki anahtar AB’nin müzakere tarihi verilip verilmemesinden ne kazanıp ne kaybedeceğinin etraflıca ortaya konulmasıdır.
Kıyamet senaryosunun gerçekleşmesi halinde, yani Kıbrıs konusunda BM çerçevesinde görüşmelere başlanmasına rağmen, AB Aralık 2004’te Türkiye’ye müzakere tarihi vermezse, o tarihe kadar fiili olarak ada üzerinde herhangi bir düzenlemeye izin vermemiş olan (vermemesi gereken) Türkiye’yi tüm görüşme sürecini sonlandırmaktan alıkoyacak bir şey yoktur. Bu durumda karşılaşılabilecek olumsuzluklar şu anda hiçbir şey yapmamanın doğuracağı olumsuzluklardan daha yüksek olmayacaktır.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1) Şükrü Sina Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk-Yunan İlişkileri, 1821-1993, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1993, s. 10.
2) AB Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nin Türkiye ve Kıbrıs’la ilgili bölümleri ve bu konuda bir değerlendirme için bkz., Sanem Baykal ve Tuğrul Arat, “AB’yle İlişkiler, 1990-2001”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası; Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 2 (İstanbul: İletişim, 2001), s. 351-355.
3) İnanılmaz gelebilir, ama Annan Planı’nın 1960 düzenlemeleri ve Türklerin daha sonraki talep ve kazanımlarıyla karşılaştırmasını yapmak üzere KKTC Ankara Büyükelçiliği Ocak 2004’te Ankara’da uzmanlar arıyordu. Tabii bu KKTC veya TC hükümeti içerisinde bu değerlendirmelerin daha önce hiç yapılmadığı anlamına gelmiyor. Fakat, neden ne olursa olsun kamuoyunun kafasının bunca karışık olduğu, üstelik KKTC’nin varlığı için bunca öneme sahip bir konuda en azından biraz geç kalındığı söylenemez mi?
4) Bu konuda AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi’nin Ankara ziyareti sırasındaki açıklamalarına bakınız.
5) Bu arada, önce BM Genel Sekreteri Annan, ardından da ABD Başkanı Bush ile görüşen Başbakan Erdoğan’ın Kıbrıs konusundaki çeşitli önerilerini KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve Başbakanı Mehmet Ali Talat’la paylaşmadığı anlaşılıyor. Nitekim, her iki lider de en azından Erdoğan’ın yeni bir arabulucu/kolaylaştırıcı atanması önerisine birbirlerine benzer şaşkınlık dolu tepkiler verdiler.
6) Unutmayalım ki, Türk askeri tüm dünyanın karşı olmasına ve aleyhteki onlarca BM kararına rağmen 1974’ten beri Kıbrıs’tadır ve yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir Kıbrıs Türklüğünden adanın %35’ini kontrol eden 180.000 kişilik homojen bir nüfusa ulaşılmıştır.
7) Bazı AB ülkeleri ile ABD’nin Irak konusunda yaşamakta oldukları ayrılıkları kendi çerçevesi içerisinde değerlendirmek gereklidir. Bu farklılıkların Türkiye-Kıbrıs konusunda AB ile ABD arasında önemli bir stratejik çıkar ayrımına neden olacağını düşünmek için elimizde yeterli veri yok. Aksine, iki tarafın Güney Kıbrıs’ın tüm adayı temsilen AB üyeliği, baskının Türkiye ve Kuzey üzerinde yoğunlaştırılması ve son aşamada da Türkiye’ye AB’de müzakere tarihi vererek sorunu çözüme kavuşturmayı içeren üç safhalı bir plan üzerinde anlaşmış oldukları tahmin ediliyor. Üstelik, BM Genel Sekreteri, AB liderleri ve Bush yönetiminden gelen tüm işaretler de bu yönde.
BM Genel Sekreteri Kofi Annan sürecin başından itibaren zorlayıcı-kısıtlayıcı bir tavır içerisinde oldu. Geçmişteki başarısız girişimlerin ve bıkkınlıkların yansıması olduğu kadar, AB genişleme sürecinin dayatmasıyla da ortaya çıkan bu tavır artık çözüme yardımcı olmuyor. Aksine tüm tarafların eleştirisine neden oluyor. Her iki tarafın da görüşmeye razı olmaları halinde, BM Genel Sekreteri’nin çözüme ulaşma yolunda daha esnek olması ve tarafların bunca önem verdikleri bir konuda anlaşamadıkları noktalardaki boşlukları üçüncü bir tarafın doldurmasına razı olmalarının zorluğunu anlaması gereklidir. Türk ve Rum taraflarının yaptıkları çeşitli açıklamaların satır aralarından, her iki tarafın da bugünkü haliyle Annan Planı’nı (aslında Annan 3, hatta 4) bir bütün olarak imzalamaya veya referanduma götürmeye hazır olmadıkları, fakat uluslararası alanda uzlaşmaz taraf görünmemek için Annan Planı zemininde görüşmeleri başlatmaya, daha da önemlisi Mayıs 2004’e kadar anlaşılan konular üzerinde bir çerçeve anlaşma imzalamaya hazır oldukları anlaşılmaktadır. Bu çerçevede esas önemli olan bir kere bir belgenin imzalanmasıdır. Bugünkü konjonktürde bu süreç başlarsa, devamı gelecektir. Bu nedenle, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’ın Mayıs 2004’te AB’ye bir bütün olarak üye olabilmesi için “Mart 2004 sonuna kadar kesin ve toptan çözüm” gibi gerçekleşmesi neredeyse imkansız bir hedef koymak yerine, Türk tarafının önerdiği ve Rumların da açıkça karşı çıkmadıkları, Mayıs 2004’e kadar temel ilkeler, anayasa ve haritaları kapsayacak daraltılmış bir metin üzerinde anlaşılması, Aralık 2004’e kadar diğer konular görüşülürken adada güven artırıcı önlemlerle tarafların birbirine yakınlaşmalarının sağlanması ve ardından da gevşek bir şekilde Türkiye’nin AB üyeliği süreciyle ilişkilendirilerek zamanla adanın bütünleşmesine gidecek yolu açması en uygun yaklaşım olacaktır.
1960 Anlaşmaları’ndaki birlikteliğin bozulmasından beri ilk defa anlaşmadan sonra tartışılacak bir konu bırakmamayı hedefleyen bu kadar kapsamlı bir planla karşı karşıyayız. Bu kadar kapsamlı olması ve her sorunu daha baştan çözüme bağlama çabası gelecek için çatışma noktalarını azaltırken, ekleriyle birlikte neredeyse 6000 sayfa tutan bir metnin gerçekçi müzakeresinin 2-3 ayda bitmesini ummak da yersiz. Öte yandan, bir dengeye oturan ve her iki tarafı da tam olarak tatmin etmeyen Annan Planı’nın müzakeresinin de çetin olması beklenebilir. Çünkü, Plan içerisinde oluşturulmuş dengelerde bir taraf lehine düzeltmelere gitmek için, diğer taraf için de ayarlamalar yapmak gerekecektir. Öte yandan, Mayıs 2004’e kadar Kıbrıs sorununun çözülmemesi dünyanın sonu değildir, taraflar istediği sürece görüşmelere devam edilir. Fakat, 1 Mayıs’tan sonra Aralık’ta AB’den tarih alma çabasında olan Türkiye’nin üzerindeki zaman baskısı giderek artacak, Rum tarafı ise daha rahat olacaktır. Bu durumda, Plan üzerinde Türk tarafı lehine yapılacak düzeltmeler giderek daha sınırlı hale gelecektir. Bir çerçeve anlaşmanın kabul edilmesi ve bunun bir BM Güvenlik Konseyi kararına konu olması halinde ise, bugüne kadar uluslararası alanda tek başına tanınan ve sadece Rumlar tarafından temsil edilen “Kıbrıs Cumhuriyeti” bugünkü şekliyle anlamını yitirecek, yeni bir oluşuma gidilirken şu ana kadar kimsenin tanımadığı KKTC, bir devlet olarak değilse bile, parça devlet olarak tanınacak ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası alandaki temsilinden, adada bulundurulacak silahlı kuvvetlere kadar her şey tartışmaya açılabilecektir. Öte yandan, Rum tarafının Annan Planı’nda yapılmasını istediği tadilatları, aynen 1963’te Makarios’un 1960 Anayasası’nda düzeltme isterken kullandığı terminolojiyle, “işlevsel değişiklikler” olarak tanımlamakta oluşu da dikkatli gözlerden kaçmamalıdır.
*Bu yazı PANORAMA Dergisi'nin Şubat 2004/ 1.sayısında yayımlanmıştır.