Küreselleşme Karşısında Ulus Devlet-Ulusal Ekonomi ve Güvenlik

24 Mayıs 2005

Küreselleşme Tartışmaları

Çok çeşitli tanımlarına rastlanan “küreselleşme” kavramını genel olarak dünya çapında giderek daha yaygın ilişkiler, artan karşılıklı bağımlılık ve herkes için daha fazla olanak ve hassasiyetler doğuracak şekilde yoğunlaşan uluslararası faaliyetler süreci olarak da tanımlamak mümkündür. Küreselleşmenin farklı tanımlarının ötesinde, hemen herkes bunun ilk küreselleşme olmadığı, fakat olumlu/olumsuz etkileriyle bu sefer daha kalıcı olacağı konusunda hemfikir. Bilinmeyen ve üzerinde anlaşılamayan ise küreselleşmenin bu sefer bizi tam olarak nereye götüreceği. Gözü kapalı küreselleşmeyi olumlayanlarla, kökten karşı çıkanlar arasındaki gergin tartışma (Seattle’ı hatırlayın!), bizi belirli bir sonuca götürmekten çok, dünyanın bir kere daha kutuplaşmasına neden oluyor. Tabii, Fukuyama tarzı bir dünyanın sonunda yaşamaktansa, bu kutuplaşmayı tercih edeceklerin sayısı da azımsanamayacak düzeyde.

Öte yandan, küreselleşmenin insanlık açısından “iyi/kötü”, “olumlu/olumsuz”, “yararlı/zararlı” olduğu tartışmaları bir yana, (ulus) devletlerin küreselleşme karşısında tepkisiz kalmaları, pozisyon almamaları kuşkusuz mümkün değil. Küreselleşme çevresinde giderek kutuplaşan tartışmaların toz dumanı arasında açıkça görülebilen gerçek, herkesi etkileyen bu olgu karşısında pasif kalmanın bir “tercih” olmadığı ve tüm ülkeleri etkileyen sonuçlarıyla küreselleşme karşısında yönünü/yerini belirleyemeyen devletlerin bundan olumsuz etkilenecekleridir. Benzer şekilde, küreselleşmeyle “başa çıkabilmek” için hükümetlerin her yerde kendilerinden daha önce beklenmediği ölçüde küresel düşünmek ve hareket etmek zorunda oldukları da ortada. Ayrıca, pek çok ülke için esas mesele, küreselleşmenin nimetlerinden faydalanırken, tehlikelerinden korunmaktır. Bu çaba ise hükümetlerin çeşitli birimlerinin bugüne kadar olduklarından daha fazla eşgüdüm içerisinde hareket etmelerini ve bunu sağlayacak yeni mekanizmaları geliştirmelerini gerekli kılmaktadır.

 

Küreselleşmenin Temel Dinamikleri/Özellikleri

Küreselleşme statik bir duruma değil, uzun dönemli bir değişime işaret etmektedir. Küreselleşmenin temel özelliği mallar, servisler, insan, para, teknoloji, bilgi, fikirler, kültür, suç ve silahların sınırları aşan dengesiz ve hızlı etkileşimi/dağılımıdır. Küreselleşme sayesinde uluslararası ve ulus-ötesi (transnasyonel) faaliyetler hükümetlerin ve kurumların geleneksel yapılarıyla karşılık veremeyecekleri bir hızla artmakta - değişmektedir. Aslında pek de yeni bir kavram olmayan küreselleşmenin eski versiyonlarını bir kenera bıraktığımızda, en son 19. yüzyılın sonunda belirmeye başlayan küresel ekonominin 1930’lara kadar geliştiğine tanık oluruz. İki dünya savaşı ve Soğuk Savaş boyunca kesintiye uğrayan bu süreç, Soğuk Savaş sonrasında yeniden hız kazandı. O kadar ki, dünya toplam ticaret rakamı ancak 1970’lerde I. Dünya Savaşı öncesi miktarlara ulaşabildi. Bu bir anlamda dünyanın “Büyük Savaş” öncesine dönüşü demekti. Fakat, aynı zamanda, küreselleşmenin bugün aldığı şekil daha önceki dönemlerden belirgin farklılıklar da göstermektedir. Hızla büyüyen ticaret rakamlarının yanı sıra, bu sefer artan dış yatırımlar, daha da büyük çok uluslu şirketler, karşılıklı bağımlılığın hiç olmadığı kadar artması ve günlük trilyon dolarlara ulaşan finansal değişimler de artık gündemde. Bunlara ilaveten, 1970’lerden itibaren ortaya çıkan sermaye ve mal pazarlarının entegrasyonu daha önceki tüm dönemleri ötesine geçmiş durumda ve halen de genişliyor.

Bugünkü küreselleşmenin en önemli özgül yanı, bilgi teknolojisindeki devrimdir. Uydu yayıncılığı, artan kişisel bilgisayar sayıları, elektronik posta ile anında iletişim ve internet aracılığıyla bilginin anında elde edilmesi gibi unsurlar bu küreselleşmeye özgü farklılıklar. Bilgi ve iletişim alanındaki bu devrim ileri telekomünasyon, teknoloji transferi ve sermaye akışının iş merkezli etkileşimini de gündeme getiriyor. Zaten, eğer bilgi devriminin ve teknolojinin işe yönelik kullanımı (örneğin bilgisayarlar, e-posta, uydular ve diğer uygulamalar) olmasaydı, küreselleşme bugünkü şeklinde ve yapısında ortaya çıkamazdı. Bu çerçevede, bugünkü küreselleşmenin en önemli unsurlarından birisi zamanı ve coğrafyayı anlamsızlaştıran ve dünyanın her köşesine anında bilgiyi ulaştıran internettir. Fakat, internet güvenlik sorunlarını ve kürselleşmenin ortaya çıkarttığı diğer tehlikeleri ortadan kaldıramaz, hatta bunları artırabilir de.

Küreselleşmenin ekonomik, siyasi, kültürel, dini, sosyal, demografik, çevresel ve askeri çok yönlü etkileri arasındaki ilişkileri anlamak bu fenomenin uluslararası ilişkilerin geleneksel aktörü (ulus) devletler açısından sonuçlarını değerlendirebilmek için önemlidir.

 

Küreselleşmenin Etkileri

Küreselleşmenin etkileri farklı ülke ve bölgeler için farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır ve dengeli dağılmamıştır. Genel olarak bakıldığında demokratik, değişime duyarlı ve etkin hükümetlerin bulunduğu ülkelerde küreselleşmenin istikrar ve refahı artırdığı söylenebilir. Öte yandan, zayıf ve otoriter hükümetlere sahip pek çok ülke, sadece küresel pazarın taleplerine yetişebilmek için sürekli mücadele etmek zorunda kalmaktadırlar. Bu iki grup devlet arasındaki artan uzaklık ise ikinci grup ülkelerde iç karmaşaları ve bölgesel istikrarsızlıkları beslemektedir. İki grup arasında küreselleşme sonucu beliren ekonomik ve sosyal farklılıklar sıklıkla etnik gerilimleri ve toplumlararası farklılıkları da artırıyor.

Yasal ve kurumsal yapıların zayıf olduğu ülkelerde küreselleşme, genellikle rüşvet ve yolsuzluk sorunlarını artırıp, suç ağlarının gelişmesine katkıda bulunuyor. Öte yandan, esnek, sosyal yapıları, işleyen yargı sistemleri ve demokrasileriyle yeni teknolojiye açık kültürleri olan toplumlar küreselleşmenin sorunlarıyla başa çıkma konusunda daha başarılı oluyorlar. Genel olarak bakıldığında Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Doğu Asya’nın bazı bölgeleri ile Güney Amerika’nın MERCOSUR ülkeleri küreselleşmeye iyi uyum sağlayan ya da bazı geçiş dönemi sorunlarını aştıklarında uyum sağlayabilecek siyasi kültüre sahipler. Küreselleşme karşısında başarılı olan ülkelerin ortak özelliklerine baktığımızda ya tamamen ya da kısmen özgür olduklarını (yani demokrasiler veya pazar ekonomisi ve temel demokratik yapılara sahip yumuşak otoriter devletler) olduğunu görüyoruz.

Bunlara karşılık, eski Sovyetler Birliği’nin doğudaki topraklarına yayılmış devletlerle, Ortadoğu, Güney Asya ve Sahara-altı Afrika devletlerinin önemli bir kısmı küreselleşmeden zarar görüyorlar ve zorluklar yaşıyorlar. Önemli bir kısmı AB’ye entegre olma yoluna giren Balkanlar’da da küreselleşme sürecine uyum sağlamakta zorlanan ülkeler hala mevcut. Bu devletlerin ortak özelliği zayıf veya çökmüş siyasi kurumlardan ve esnekliği olmayan ya da parçalanmış kültürlerin bir bileşiminden oluşmaları. Bu devletlerde tarikat ve aşiret bağlılıkları ve yüksek düzeyde yolsuzluk da sıklıkla göze çarpan unsurlar olarak öne çıkıyor. Hukuksal ve kurumsal yapıların zayıf olduğu bu ülkelerde, küreselleşme genel olarak rüşvet ve yolsuzlukları artırmakta, suç yapılanmalarını geliştirmektedir.

Öte yandan Çin, Hindistan ve Rusya iç yapılarının karmaşıklığı ve devasa sorunlarıyla küreselleşme karşısında gelecekleri belirsiz ülkeler kategorisinde ele alınmalıdır. Bu ülkelerin nihai analizde takınacakları tutum ise hem küreselleşmenin geleceğinin, hem de uluslararası sistemin yeni şekillenmekte olan yapısının belirlenmesinde birinci derecede etkili olacaktır.

Küreselleşmenin dengesiz etkilerini kapsamına giren konular çerçevesinde de görmek mümkün. Örneğin, küresel iletişim ve ulaşım bir taraftan dünya ticareti ve refahını artırırken, diğer taraftan uluslararası suçlar ve silahların yayılmasını da sağlıyor. Üstelik artan refahın dağılımı da eşit veya adil değil. Benzer şekilde, örgütlü suçlar, uyuşturucu trafiği ve terörizm son kuşak enformasyon teknolojisinden destek alarak gelişmiş ülkeleri de içerecek şekilde tüm ülkelerin güvenliklerine tehdit oluşturacak boyutlara ulaşmış durumda. Bu nedenle, küreselleşmenin sorunlarıyla daha rahat başa çıkan ülkelerle küreselleşme karşısında sorunlar yaşayıp geride kalan ülkeler arasında giderek açılan fark, sadece iktisatçılar için değil, fakat güvenlik stratejistleri için de endişe kaynağı olmalıdır. Çünkü, refah düzeyindeki hızlı değişimler etnik azınlıkların taleplerini artırmakta; aşırı küreselleşmeden etkilenen ya da korkan kişileri aralarına çekebilmektedir. Eğer NATO uzmanları geliştirdikleri “düşünülemezi düşünme” senaryolarında “küreselleşme karşıtı grupların 1960-70 model silahlı ulus-ötesi örgütlere dönüşebilmesi” ihtimali/riskini değerlendirmeye almaya başlamışlarsa, bu hepimizin çeşitli yönleriyle endişe duyması gereken garip bir duruma işaret etmektedir.

 

Küreselleşme ve Uluslararası İlişkiler

Küreselleşme sadece dünya ekonomisini ve iletişim alanını etkilemiyor; aynı zamanda uluslararası ilişkileri ve güvenlik konularını şekillendiriyor ve onlardan etkileniyor. Burada da küreselleşmenin etkileri dengesiz ve çelişkili. Kısa ve orta vadede küreselleşme güncel uluslararası politikayı şekillendiren sıklıkla birbiriyle çelişen pek çok gelişmeyi körüklüyor: Parçalanma ve entegrasyon; yerelleşme ve uluslararasılaşma; merkezileşme ve ademi merkezileşme; v.b. Küreselleşme aynı anda hem entegrasyon süreçlerini hızlandırıyor, hem de bölünme-parçalanma eğilimlerine uygun çerçeveyi geliştiriyor.

Özellikle ulusal gücün yasal ya da yasadışı kullanımı için yeni bir çerçeve ortaya çıkartan küreselleşme; bölgesel ve uluslararası kurumlar, yerel yönetimler, hükümetler dışı aktörler, çok uluslu şirketler gibi araçları kullanarak ulus devletlerin güç kullanma tekelini zayıflatıyor. Örgütlü suçlarla ve terörizmle mücadelede olduğu gibi, bazı yetkiler uluslararası alana kayıyor. Vatandaşların internet ve e-posta aracılığıyla birlikte harekete geçebilmeleri gibi, bazı alanlarda ise etkinlik yerel düzeye iniyor. Ayrıca, STÖ’ler ve şirketler yeni etki araçlarını kullanmaya başladıkça eskiden olmayan yeni güç ve etkinlik merkezleri de ortaya çıkıyor. Bu ortamda (ulus) devlet giderek uluslararası politikanın ajandasını belirlemedeki tekelini kaybediyor. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün Seattle toplantısının gündemini belirleyenler büyük ölçüde çok uluslu şirketler ve onların ortak çıkarları iken, aynı toplantıda bu ajandaya karşı çıkan ve direnişi örgütleyenler de hükümetler dışı sivil toplum oluşumlarıydı. 

Avrupa, Latin Amerika ve Asya’da bölgesel ekonomik anlaşmalar hızla devletlerarası ilişkilerin eğemen etkileşim modeli haline geliyor. Böylece AB, ASEAN ve MERCOSUR gibi bölgesel oluşumlar önemli bir uluslararası siyasi kimlik ve etkinlik kazanıyorlar. Bu çerçevede, bölgesel ekonomik düzenlemelerle küresel düzeyde serbest ticaretin geliştirilmesi hedefi arasındaki dengeyi sağlamak önümüzdeki dönemin önemli uğraş alanlarından birisi olacak. Bağlantılı bir sorun temiz bir çevre, daha yüksek ücret gibi bir takım sosyal hedeflere ulaşmak için küresel alanda olası bir düzenleme ihtiyacının doğmasıdır. Bu ihtiyaç belki de uluslararası ilişkileri bugüne kadar olduğundan daha iyi yönlendirebilecek bir sistem ve kurallar bütününün oluşmasına katkıda bulunabilir.

Öte yandan, küreselleşmenin klasik güvenlik sorunlarını ve jeopolitik değerlendirmeleri tamamen ortadan kaldırdığını da iddia etmek için henüz çok erken. Devletler arası ilişkilerde hala eski usul sorunlar gündemi meşgul etmeye devam ediyor. Devletler ve çeşitli ulusal aktörler hala sadece ekonomik avantajlar çerçevesinde değil, fakat sınırlarının güvenliğini sağlama, bölgelerini kontrol altında tutma, doğal kaynaklara sahiplenme ve komşuları üzerinde nüfuz sahibi olma gibi geleneksel devlet çıkarlarınca harekete geçiriliyorlar. Kısacası, hızla değişen dünyada yeni parametreler eski kural ve endişelerle birarada uluslararası aktörleri etkiliyor, politikalarını şekillendiriyor. Ayrıntıları hala muğlak küresel sistem, eski düzenin belirleyicileri olan topraklar, sınırlar, kaynaklar ile etnik ve dini farklılıklar ve askeri rekabet çerçevesinde ortaya çıkan çatışmalarla etkileşim halinde devletleri sınırlandırıyor, uluslararası ilişkilerinde sıkıntı yaşamalarına neden oluyor.

Sonuç olarak, küreselleşmeyle dünya ekonomisi entegrasyona doğru giderken, uluslararası siyasi ilişkiler bölgesel sınırlar çerçevesinde parçalanmaya devam ediyor. İki kutuplu dünya düzeninin sınırlandırıcı/düzenleyici etkisinin yokluğunda, bölgesel ve yerel endişe ve çıkarlar öne çıkarak uluslararası politikayı belirler hale geliyor. Bölgesel sorunlar bir taraftan giderek artan oranda kendi dinamikleri çerçevesinde gelişirken, diğer taraftan, aynı zamanda küreselleşmenin etkilisiyle diğer bölgeler üzerinde de daha etkili bir konuma kavuşuyorlar. Bu durum bir taraftan bölgesel sorunların daha geniş küresel bir çatışmayı ateşleme ihtimalini azaltırken, diğere taraftan belirli alt sistem ve bölgelerde istikrarsızlık ve çatışmaları artırıyor. Kısacası, küreselleşme genel oalrak ikili/parçalanmış bir uluslararası yapının ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu da işleyiş kural ve parametreleri henüz tam olarak belirlenememiş yeni küresel siyasi sistem içerisinde devletlerin hassasiyetlerini ve güvenlik risklerini artırıyor.

Küreselleşme ve Güvenlik

Soğuk Savaş döneminde güvenlik “dar” bir kapsamda ele alınmış ve sadece “askeri güvenlik” kastedilmiştir. Bu tanımlamadan duyulan rahatsızlık ilk önce 1970 ve 80’lerde “ekonomik” ve “çevresel” sorunların gündeme gelmesiyle belirginleşmiş, ardından 1990’larda “kimlik” meseleleri ve “sınır ötesi” suçlar güvenlik tanımlamasını genişletmiştir. 2000’lerde ise bunlara “enerji güvenliği”, “siber güvenlik” ve “sosyal güvenlik” de eklendi. Bu arada “askeri güvenlik” kavramının kapsamı da “uluslararası terörizm” ile genişledi. Böylece güvenliğin daha geniş bir tanımlamasına ulaşıldı. Artık askeri ve askeri olmayan öğelerden oluşan geniş tanımlama devletler nezdinde daha çok kabul görüyor.

Uluslararası İlişkiler çerçevesinde güvenlik geleneksel olarak “devletin bekâsı”, yani varlığını sürdürmesiyle eş tutulmuştur. Geleneksel güvenlik anlayışında devletin toprağının, hükümet yapısının ve toplumunun varlığını devam ettirmesine engel olacak dışsal faktörlerin belirmesi durumu devletin bunu ortadan kaldıracak önlemleri çoğunlukla güç kullanarak alması için meşru gerekçe olarak görülmüştür. Güvenliği bu şekilde geniş anlamında ele aldığımızda, askeri olarak tehdit edilen obje genellikle sınırlarıyla özdeşleşen devlettir. Siyasi anlamda kastedilen ise devleti oluşturan prensipler, devletin egemenliği ve bazen de ideolojisine yönelen tehditlerdir. Öte yandan, çevresel düzlemde güvenlikten bahsederken tanımlama geniş bir alana yönelmekte; tek tek canlı türlerinin bekâsından küresel ısınma ve iklimsel değişim gibi daha kapsamlı ve muğlak konulara kadar genişlemektedir.

Ekonomik anlamda ise hem varlığa yöneltilen tehditleri, hem de tehdit edilen unsuru tanımlamak zordur. Şirketler açısından duruma bakıldığında, en temel varlıksal tehdit iflas ve bazen de yasaların ya da şartların değişmesiyle bazı faaliyet alanlarının yasadışı (örn. Kumar) veya anlamsız (örn. teknolojinin ilerlemesi veya devrimle üretim araçlarının değiştirmesi) hale gelmesidir. Piyasa ekonomilerinde genellikle firmaların doğup batmaları beklenen bir şeydir ve nadiren “bekâ” sorunu olarak algılanır. Ulusal ekonomiler ise “bekâ” konusunda daha hassastırlar, fakat buna yönelik bir tehdit de (örn., ulusal iflas veya temel ihtiyaçları karşılayamama durumu) savaş gibi diğer güvenlik sorunlarından bağımsız olarak nadiren ortaya çıkar. Geleneksel olarak, nüfusun tümünün veya büyük bir kısmının bekâsı sözkonusu olmadıkça çoğunlukla ulusal ekonominin “iyi” ya da “kötü” olması varlığa yönelik bir tehdit olarak algılanmaz. Fakat, son yıllarda devletler bu durumu da “enerji güvenliği” örneğinde olduğu gibi daha çok ulusal varlığa yönelik bir tehdit olarak algılamaya başlamışlardır.“Güvenlik” siyasetin normal işleyiş kurallarının ötesine geçen bir kavramdır ve hangi konuların “güvenlikleştirileceği” devletten devlete değişir. Soğuk Savaş döenminde SSCB ve ABD gibi bazı devletler “kültür”ü güvenlikleştirirken, bugün Suudi Arabistan ve İran gibi bazı devletler “din”i güvenlikleştirmektedirler. Hangi alanların güvenlikleştirileceği (yani tanımlama meselesi) önemli bir konudur. Çünkü, herhangi bir alan bir kere bu kapsama alındığında, devlet için öncelikli mesele haline gelir. Bir soruna “güvenlik meselesi” yaftasını yapıştırdığımızda, aynı zamanda o meselenin en uç noktada savaşa kadar uzanabilen bir dizi normal dışı (olağan-dışı/üstü) yöntemlerle karşılanması gerektiğini ifade edersiniz. Bu durum ise demokrasiler açısından “aşırı güvenlikleştirme”, “güvenliğin idealleştirilmesi”, “güvenliği sağlamanın meşru olmayan yöntemleri” gibi sorunları gündeme getirebilmektedir. Bu nedenle, küreselleşme döneminde sıklıkla gündeme gelen “güvenlik” kavramının kapsamının genişletilmesi konusu çok dikkatli bir şekilde ele alınmalı ve tanımlamadan doğabilecek sorunlar gözden kaçırılmamalıdır.

Küreselleşme, Güvenlik ve Ekonomi

Küreselleşme sadece devletin iç yapılanması ve dış ilişkileri arasındaki değil, aynı zamanda ekonomiyle güvenlik arasındaki geleneksel sınırları da hızla eritmektedir. Yine de pazarın artan gücüne rağmen hükümetler hala önemlidir. Daha en başından, ekonomik gelişmişlik, demokrasi ve çok taraflı toplumsal oluşumların küreselleşme vasıtasıyla yerleşebilmesi için öncelikle hükümetler tarafından barışçı bir güvenlik ortamı oluşturulmalıdır. Bu tür bir güvenlik ortamı oluşturmak da hala diplomasi, dış politika ve savunma planlamasının görev alanına girmektedir; pazar, ticaret veya finansın değil.

Liberalizm çerçevesinde ekonomik ilişkilerin doğası gereği, “ekonomik güvenlik” kavramı zor bir konudur. Çünkü, “piyasa”da aktörlerin kendilerini tehdit altında hissetmeleri sistemin önemli bir unsurudur. Aksi halde sistem etkin bir şekilde çalışamaz. Bu nedenle, ekonomik güvenlik konusu anarşik uluslararası sistemin siyasi yapısıyla pazarın iktisadi yapısı arasındaki ilişkinin gizemli ve karmaşık doğasını ele almak zorundadır.

Bu konuda farklı bakış açıları da mevcuttur. Merkantilistler ve neo-merkantilistler siyaseti öne alırlar ve devleti sosyal ve siyasi amaçların, ki refah bunlar için gereklidir, temsilcisi ve piyasa ile firmaların faaliyeti için gerekli güvenliğin sağlayıcısı olarak görürler. Liberaller, ekonomiyi öne alarak, iktisadın sosyal yapının temelinde olması gerektiğini ve mümkün olduğunca devlet müdahalesinden uzak tutulması gerektiğini ileri sürerler. Devlet, yasal çerçeveyi ve siyasi-askeri güvenliği sağlamakla görevlidir. Bu noktadan bakınca ekonomik güvenliğin temel hedefi, ulusal ekonominin işleyişini sağlayacak genel kuralları belirlemek ve korumaktır. Sosyalist bakış açısı ise bu iki görüş arasında biraz da bunların bir karışımıdır. Ekonominin sosyal yapının temelinde olduğunu söyler fakat, devletin görevinin, bundan bağımsız olduğu (kaçabildiği) ölçüde, eşitlik ve sosyal adalet gibi sosyal-siyasi hedeflere ulaşmak için ekonomiyi kontrol altına almak olduğunu ileri sürer. Bu arada güvenlik ekonomik açıdan zayıfa doğru ve güçlüye karşıdır. Bu çerçevede merkantilist ve sosyalistler, farklı neden ve amaçlarla da olsa devletin ekonomi karşısında üstünlüğünü vurgulamaları bakımından ekonomik milliyetçiliğin parçası olarak görülebilirler. Yine de bu bakış açılarının birbirinden farklı ve çoğunlukla uyumlaştırılamayacak “ekonomik güvenlik” kavramlarına işaret ettikleri açıktır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi bu tartışmayı akademik düzeye indirgemiş ve liberalizmin “ekonomik güvenlik” anlayışını pratikte hakim kılmıştır. Üstelik bugünkü liberalizm anlayışı, 19. yüzyıldaki orijinalinden farklıdır. Bugün ulusal ekonomiyle çok daha az ilgilenen ve hatta 1945 sonrası Bretton-Woods sistemiyle oluşturulan yapının da ötesine geçerek, sosyal değerlerin piyasaya boyun eğdiği farklı bir liberalizm anlayışı (“küresel liberalizm”) ortaya çıkmıştır. Öte yandan, pratikte dünyanın pek çok yerinde kendini zaman zaman ticaret savaşları olarak gösteren iktisadi milliyetçilik hala devam etmektedir. Bu durumda ekonomik güvenlik kavramı bugün daha çok küresel liberal ajanda ile bu ajandanın ticaret, üretim ve finans yoluyla ulus-devletlere kabul ettirilmesi çabası sonucu ortaya çıkan ulusal direnişler arasındaki gerilimden/rekabetten doğmaktadır.

Bu genel çerçevede belirli bazı konular ekonomik güvenlik kavramının çerçevesini belirler hale gelmiştir. Öncelikle, devletlerin küresel piyasada bağımsız askeri üretim kapasitesini koruyabilme veya daha geniş anlamda devletin askeri hareketlenme yeteneği ile ekonomisi arasındaki bağlantı önemli hale gelmiştir. İkinci olarak, küresel piyasalarda (özellikle enerji piyasasında) ekonomik bağımlılıkların siyasi nedenlerle kullanılması, yani devletlerin kendi kendilerine yeterli olamamaları sonucu ortaya çıkan dış kaynaklara bağımlı olmanın doğuracağı “arz güvenliği” sorunu giderek önem kazanmaktadır. Küresel piyasanın kazanandan çok kaybeden yaratacağı ve mevcut eşitsizlikleri artıracağı korkusu da yeni dönemde ekonomik güvenlik kavramının çerçevesini etkilemektedir. Bu durum, uluslararası arenada en tepede ABD’nin hegemonyasını kaybetme korkusu ve en altta gelişmekte olan ülkelerin sömürülme, borç krizi ve marjinalleşmeleri ile içerde sürekli işsizlik ve artan sosyal kutuplaşma endişeleri olarak kendini göstermektedir.

Benzer şekilde, hafif silah ve uyuşturucu ticaretini artıran örgütlü suç grupları çerçevesinde yasadışı ticareti besleyen kapitalizmin ve serbest ticaret düzeninin karanlık yüzü; askeri açıdan önemli olan (örneğin kitle imha silahlarının üretimi ve iletimi) belirli teknolojilerin ticareti; ve yayılan sanayileşme ile kitlesel üretim ve tüketimin küresel çevre üzerinde yarattığı baskıların ortaya çıkarttığı tehdit de ekonomik güvenlik kavramının gelişimini etkilemektedir. Son olarak, zayıflayan siyasi otorite, artan korumacı tepkiler ve küresel finansal sistemdeki yapısal istikrarsızlığın sonucu olarak ortaya çıkabilecek küresel ekonominin krize gireceği korkusu da ekonomik güvenlik kavramının önemli bir unsuru olarak belirmektedir.

Liberal piyasa ekonomisinin ilginç bir özelliği aktörlerin (firmaların) birbirleriyle “yok etmek” amacıyla acımasızca rekabet edebilecekleri istikrarlı şartları oluşturma çabasıdır. Fakat, devletler sözkonusu olduğunda, ekonomik güvenliğin işaret ettiği önemli bir ikilem göreli ekonomik büyümenin devletlerin uluslararası sistem içindeki askeri/siyasi gücünü etkiliyor olmasıdır. Fakat, askeri güçten farklı olarak “göreli refah” kendi başına normal şartlarda “sıfır-toplam” (zero-sum) özelliği göstermez. Bu nedenle ekonomik bağımlılık, askeri bağımlılık gibi siyah-beyaz terimlerle ifade edilemez. Örneğin, ABD’nin ekonomik olarak gerilemesinin Japonya’nın ekonomik olarak büyümesine yol açtığı söylenemez. Fakat, ekonomik konuların güvenlikleştirilmelerini daha genel uluslararası siyasi rekabetten ayırmak da güçtür. Örneğin, Soğuk Savaş döneminde Sovyet tehdidi var olduğu sürece kapitalist devletler arasındaki rekabet baskı altında tutulabilmişti. 1989’dan sonra ise ideolojik rekabetin ortadan kalkmasıyla bu sınırlamanın gücü de azalmıştır. Bu ortamda artan rekabetin giderek devletler arasındaki gerilim ve çatışma olasılıklarını artıracağı düşünülebilir.

Devletlerin bir firma ya da sektörle doğrudan ilgilenmesi normal şartlar altında iktisadi nedenlerden çok askeri kapasiteyle ilgili farklı endişelerden kaynaklanır. Bu çerçevede neyin ekonomik tehdit olduğu ele aldığınız temel analiz düzeyiyle yakından ilgilidir. Bireyler için, ekonomik tehdit, temel insan ihtiyaçları anlamında anlaşılmalıdır. Çünkü, bireyler yaşar ya da ölür. Bu nedenle yeterli yiyecek, içme suyu, giyinme, barınma ve hatta eğitim insan hayatının devamı için gerekli unsurlardır. Firmalar içinse genelde ekonomik güvenlik anlamında bir tanımlama yoktur. Burada güvenlik genellikle yatırımla (devamlılığı ve korunması anlamında) birarada kullanılır. Devletlerin ise firmalardan farklı olarak güvenlikleştirilebilecek unsurları vardır. Bunlar yukarıdaki analizler çerçevesinde şu şekilde sıralanabilir:

  • Teknik açıdan devletler de firmalar gibi iflas edebilirler (örn. Meksika’nın borç krizi yüzünden 1995’te neredeyse iflasın eşiğine gelmesi), fakat firmaların aksine ortadan kaldırılamazlar ya da vatandaşları işten atılamaz (Elbette göç etmek isteyebilirler).
  • Uluslararası İlişkilerde, iktisadi hayatın aksine, devralmalar (örn. 1991’de Irak’ın Kuveyt’i işgali) istisnadır ve normal olarak yasadışı bir duruma işaret eder. Bu nedenle devralmalar (take over) uluslararası ilişkilerde genellikle yaptırıma neden olurlar.
  • Devlet tam olarak kendi kendine yeterli değilse dış kaynaklara ulaşmak zorundadır. Bunun engellenmesi meselesi (yani arz güvenliği) önemli bir güvenlik sorunudur.
  • Uluslararası sistemdeki ani yapısal değişimler de devletler açısından ekonomik güvenlik sorunu olarak görülebilir. 2000’lerde sıklıkla dile getirilen 1920’ler tarzı bir uluslararası ekonomik yıkım korkusu buna işaret etmektedir.

 

Küreselleşme Karşısında Ne Yapılabilir?

Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra giderek etkisini artıran küreselleşme ve onunla atbaşı giden bölgeselleşme ve yerelleşmenin her biri kendi içerisinde farklı ekonomik, sosyal ve siyasal güvenlik sorunlarını gündeme getirdiği ortadadır. Küreselleşme trendi aşırı çok-uluslu şirketleşmeyle uluslararası ticaretin işleyişini etkilerken, bölgeselleşme NAFTA ve AB gibi ticaret bloklarının ortaya çıkışıyla serbest ticareti sınırlandırmaktadır. Yerelleşme ise uluslararası pazarlara erişimi olmayan ulusal ekonomilerin kendi içlerine çökmesiyle ortaya çıkan ekonominin yerelleşmesi, üretimin primitifleşmesi ve trampa ekonomisine dönüşü beraberinde getirebilmektedir.

Bu ortamda, devletlerin ekonomik güvenlik öncelikleri aşağıdaki şekilde ortaya çıkmaktadır:

  • Askeri hareketlenme için gerekli bağımsız üretim kapasitesine sahip olmak;
  • Arz güvenliğinin veya sürekliliğinin sağlanması;
  • Küreselleşmenin kazananları/kaybedenleri ayrımında kazananlar tarafında yer almak;
  • Yasadışı uyuşturucu ve silah ticareti, suç örgütleri ile kitle imha silahları ticaretinin tehlikelerinden korunmak;
  • Uluslararası ekonomik sistemin krize girmesine ve bu arada da aşırı kullanım ve tüketimin çevreyi yok etmesine engel olmak.

Tüm bunları gerçekleştirebilmek ve yeni “küresel düzen” içerisinde devletlerin başarılı olabilmeleri ve küreselleşmeden zarar görmemeleri içinse develetlerin öncelikle iktisadi, siyasi, güvenlik, çevre, bilim ve teknoloji alanlarıyla karar verme birimleri arasında daha yakın ve etkili bir eşgüdüme gitmeleri gerekmektedir. Çünkü küreselleşme devletleri daha hızlı ve etkin karar verme ve kararlı hareket etmeye zorlamaktadır. Bu çerçevede, hükümetlerin çeşitli birimleri arasında daha yakın iletişim, daha bütüncül politika oluşturma ve daha fazla üst düzey stratejik yönlendirmeyi elzem hale gelmektedir. Bu ortamda, mümkün olduğunca uzun vadeli stratejik öngörü ve planlama her zaman olduğundan daha da fazla önem kazanıyor. Bunu gerçekleştiremeyen devletlerin önümüzdeki süreçte kaybedenler safında olacakları açıktır.

Devletler ayrıca küreselleşmeye sadece tepki vermenin ötesinde onu şekillendirecek bir yapıya ve etkinliğe de ulaşmak zorundalar. Çünkü, küreselleşme girişte de belirtildiği gibi dinamik bir süreç ve statik savunma önlemleriyle verdiğ/verebileceği zararlardan korunmak mümkün değil. Korunma ancak aktif planlama ve değişken strateji ile küreselleşmeye yön vermeye çalışarak mümkün olabilir. Bunun için de geleneksel ve yumuşak güç (hard power-soft power) unsurları arasında daha hassas bir denge kurmak gereklidir. Bu ortamda kuvvetlendirilmiş yumuşak güç unsurları devletlere sorunlara sert güvenlik (hard security) meselelerine dönüşmeden etkin müdahale etme şansı tanımaları nedeniyle giderek önemlerini artırmaktadır. Örneğin, sivil toplum, hukukun üstünlüğü ve demokrasi geliştirme programları ile basit ekonomik reformlar ulus develetlere maliyeti ve riski düşük, ama sonuçları itibariyle etkin ve verimli güvenlik önlemleri sunabilmektedirler. Benzer şekilde, askeri olmayan kriz önleme yöntemleri ve güvenlik güçlerinin barış operasyonları için eğitimi de benzer etkinliğe katkıda bulunabilecek araçlar arasında ele alınabilir.

Sonuç olarak, bir kere daha vurgulamak gerekirse, küresel dünya, enformasyon devrimin gerekleri ve hızına cevap verebilecek şekilde etkinliği artırılmış, esnek ve entegre karar verme süreçleri ve hükümet yapılanmalarını gerekli kılıyor. Bu dünyada karar vericiler ve politika oluşturucuları dünyanın tarihi, teknolojik, kültürel, dini, çevresel ve diğer yönleri hakkında her zamankinden daha çok bilgi sahibi olmak zorundalar. Ayrıca, küreselleşmeyi yönlendirebilecek kapasiteleri oluşturacak şekilde koalisyonlar oluşturmak ve bunları sürdürmek birinci derecede önemli uğraş alanları olmak zorundadır. Çünkü hiç bir devlet tek başına küreselleşmenin olumsuz etkilerinden korunamaz, onu yönlendiremez. Bu ancak dostlar ve müttefiklerle ortak hedeflere yönelik hareket edildiğinde mümkün olabilecek bir sonuç.

 

*Bu yazı PANORAMA Dergisi'nin Mayıs 2005/12. sayısında yayımlanmıştır.