Lübnan’da eski başbakan Refik Hariri’nin 14 Şubat’ta bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından başlayan Suriye karşıtı gösteriler sonunda hükümeti istifaya zorladı. Eylemi kimin yaptığı henüz açılığa kavuşmadı ama, ABD suikastı Suriye’yi köşeye sıkıştırmak için kullanmaya başladı bile. İsrail ve ABD’nin eylemin arkasında Suriye’nin olduğunu iddia etmelerinin ötesinde, ABD bu vesileyle Suriye’nin artık Lübnan’dan çekilmesi gerektiğini giderek daha sert bir ifadeyle dile getirmeye başladı. ABD’nin kullandığı ifadeler bölgeyi yakından takip edenlere giderek daha fazla Irak işgali öncesi söylemini hatırlatıyor.
Suriye ise bu baskılara, onaltı yıl önce Lübnan’la yaptığı bir anlaşma çerçevesinde kuzey Lübnan’dan bir miktar askerini çekme konusunda Lübnan hükümeti ile işbirliği yapabileceğini açıklayarak ve uzun zamandır Irak Güvenlik Güçleri ile ABD’nin arananlar listesinde bulunan Saddam Hüseyin’in üvey kardeşi Sabawi Ibrahim al-Hassan’ı tutuklayıp Irak’a iade ederek karşılık verdi. Fakat, bu tür jestler ABD ve ardından da Fransa’nın “Lübnan’ın demokratikleşme sürecini desteklediklerini” ve Mayıs 2005’de yapılacak genel seçimlerin uluslararası gözetim altında yapılması gerektiğini açıklamalarını engelleyemedi.
Irak seçimleri sonrasında bu ülkede orta-uzun vadede istikrarın sağlanabilmesi için direnişçilerin ülke dışından sağladıkları desteğin tamamen sona erdirilmesi gerektiğini düşünen ABD, özellikle destek verdiğine inandığı Suriye’yi izole etmeye çalışıyor. Suriye’nin Al-Hassan’ı teslim etmesi bu baskının işe yaramakta olduğuna işaret etmekle birlikte, daha geniş düzlemde, Orta Doğu’da nihai Arap-İsrail barışının sağlanabilmesi için de Suriye’nin hedeflenen bölgesel yapıya entegre edilmesi gerekiyor.
Bu arada, ABD’nin Geniş Orta Doğu’ya yönelik çeşitli projelerinin başarılı olabilmesi için bölgede genel demokratikleşme ve Batı-karşıtı söylemlerin merkezi haline gelen İran’ın da ya kontrol altına alınması yada değişiminin sağlanması gerekiyor. Bu çerçevede ABD, Irak seçimlerinin ardından bir süre İran üzerindeki baskıyı artırmaya çalıştı. Fakat, İran’ın bir taraftan Avrupa Birliği ile başlattığı diyalog süreci, diğer taraftan uzun süredir Rusya ve Çin gibi ülkelerle kurmuş olduğu bağlantılar; ve son olarak İran’a yönelik siyasi-diplomatik baskıların sonuç verme ihtimalinin düşük olması nedeniyle, ABD kısa vadede hedefini Suriye’ye çevirmiş gözüküyor.
Tam da bu dönemde gelen Hariri suikastı ABD’ye bölgede çevrelenmesi daha kolay bir coğrafyada bulunan ve uluslararası kamuoyunda çeşitli terör örgütlerine verdiği destekle anılan Suriye’ye odaklanma şansını verdi. Üstelik, Suriye’nin Hafız Esad sonrası hassas iç siyasi yapısı, dış baskılara karşı direncini azaltıyor. Ayrıca, 1999’da Abdullah Öcalan’ın ülkeden çıkartılması örneğinde de görüldüğü üzere, Suriye’yi kapsamlı bir siyasi-diplomatik baskı ve gerçekçi bir güç kullanma tehdidiyle birlikte ödün vermeye zorlamak mümkün. Ýran’ýn ise, giderek güçlenmekte olan radikalleriyle birlikte siyasi baskılara direnmesi olasılığı ve dolayısıyla olası bir krizi hızla tırmanması ihtimali yüksek. Son olarak, Suriye’nin bu bölgede işbirliğine zorlanması İsrail’in rahatlatılarak “genişletilmiş barış sürecinin” başlatılabilmesi için gerekli bir unsur. Suriye’nin radikal Filistinli gruplara verdiği destek sona erdirilmeden, Abbas yönetiminin İsrail’le görüşmelerinde fazla ileri gitmesini sağlamak zor gözüküyor. Bu nedenlerle, ABD’nin yakın dönemde Orta Doğu’da Irak’tan sonra Suriye üzerine yoğunlaşacağı anlaşılıyor.
Irak’ta yapılan seçimler, demokratik yada istikrarlı bir Irak’ı oluşturmaktan uzaksa da, seçimlerin çok büyük aksaklıklarla karşılaşmadan ve tahmin edilen yoğun şiddete maruz kalmadan yapılabilmiş olması, bir taraftan ABD işgalini meşrulaştırıcı/rahatlatıcı etki yaratmış; diğer taraftan ABD askerlerinin tehlikeli bölgelerden daha da geri çekilerek, Irak’ta güvenliği yeni oluşturulan Irak Güvenlik Güçlerine devredilmesi sürecini hızlandırmıştır. Boykotlara ve demokratik olmaktan uzak seçim sürecine rağmen, seçimlerin yapılabilmiş olması ve belli ölçüde temsili bir hükümetin kurulması, önümüzdeki dönemde uluslararası kamuoyunun Irak’a daha fazla dahil olmasını beraberinde getirecektir. Nitekim, 22 Şubat’ta yapılan NATO zirvesinde, Fransa dahil NATO ülkeleri Irak’ta daha fazla rol alma sözü verdiler. Öte yandan, özellikle Sunni grupların saldırıları sürmekle birlikte, yeni anayasanın oluşturulacağı önümüzdeki bir yıllık süre içerisinde ana Şii ve Kürt grupların genel olarak işgal güçleriyle işbirliğine devam etmeleri beklenebilir. Bu şartlar altında ABD artık Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılması projesinin diğer adımlarına odaklanma imkanı bulacaktır. Bölgede bu çerçevede elde edilecek her tür ilerlemenin, diğer ülkelerdeki gelişmelere de etki edeceği düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemde Filistin-İsrail veya Suriye-İsrail ilişkilerinde yaşanacak gelişmelerin Irak’ta da yankı bulacağı açıktır.
ABD’de Başkan Bush’un yeniden seçilmiş olması, önümüzdeki dört yılı küresel güç ABD’yle çekişerek geçirmek istemeyen Avrupa devletlerinin söylemlerini yumuşatmalarına neden oldu. Öte yandan, etkisiz bir dışişleri bakanı olan ve Bush yönetimi içerisinde kısa sürede “etkisizleştirilen” Colin Powell’ın yerine son dönemde bir ABD Başkanı üzerinde en fazla etkiye sahip Condoleezza Rice’ın gelmesi, ABD dış politikasının yeni dönemde Başkan’la daha çok eşgüdüm içerisinde olacağına işaret ediyor. Bu çerçevede, Bush üzerinde etkili Rice’ın bakan olur olmaz ilk iş olarak ilk dönemde ilişkilerin gerildiği Avrupalı müttefiklere (ve bu arada Türkiye’ye) ziyarette bulunarak, ABD’nin işbirliği arzusunun işaretlerini vermiş olması, önümüzdeki dönemde uluslararası alanda Atlantik’in iki yakası arasında daha fazla işbirliği göreceğimiz umudunu artırıyor. Aynı arzunun Atlantik İttifakı’nın Avrupalı üyelerince de paylaşıldığı NATO devlet ve hükümet başkanlarının yeni bir başlangıç sağlamak üzere olağanüstü bir Zirvede biraraya gelmiş olmalarından belli oluyor. Zirvede özellikle Fransa ile ABD başkanları arasında gerilimin varlığı hissedilse de, küresel çerçevede uzun vadeli nüfuz paylaşılmış planlarında ABD’yle Avrupalı müttefiklerinin büyük ölçüde anlaşmaya vardıkları konusunda işaretler giderek artıyor. Bu paylaşımda, batı Akdeniz, doğu Avrupa, Ukrayna ve İran AB’nin etki sahası olarak görülürken, Mısır’dan itibaren Orta Doğu, Körfez bölgesi ve Orta Asya ABD’nin payına düşüyor; Kafkaslar’da ise NATO/ABD ve AB’nin birlikte hareketinden söz edilebilir.
Türkiye ise tüm bu hesapların tam ortasında yer alıyor. Bu nedenle, Türkiye’nin AB’yle ilişkilerinin çerçevesi uzun dönemde küresel güç dengelerini değiştirebilecek bir etkiye sahip. Öte yandan, hem bu dengeler hem de ABD’nin Orta Doğu planlarında önemi giderek artan Türkiye son dönemde daha çok anti-Amerikan söylemi ve kamuoyu ile gündeme geliyor. Türkiye’deki Amerikan karşıtlığının genel olarak dünya kamuoyunun aksine Irak’ın işgalinin gerçekleştirildiği dönemin üzerine çıkmış olması ve iktidar partisi mensuplarının da açıkça eleştirilere katılmış olmaları iki ülke siyasi ilişkilerinin arzulananın aksine yolunda gitmediğine işaret ediyor. Üstelik ABD’li yetkililerin Türkiye karşıtı beyanatlarının da sıklığı giderek artıyor, düzeyi sertleşiyor. Bu durum, iki ülke bürokrasileri ve askeri güçleri arasında Irak işgali öncesi ve sırasında ortaya çıkan güvensizliğin, artık siyasilere de yayıldığına işaret ediyor.
Türkiye hâlâ ABD açısından Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılması projesinde önemli ve kaybedilmemesi gereken bir ülke. Türkiye’nin, ülkede kabul edilmek istenmese bile, Orta Doğu ülkelerine bir model olarak sunulduğu aşikâr. Bu modelin Batı’dan (ABD ya da AB’den) uzaklaşarak başarısız olması, sunulan örneğin de başarısızlığını gündeme getirecektir. Ayrıca, Irak sonrasında değiştirilmek istenen iki ülkenin (Suriye ve İran) çevrelenebilmesi için de Türkiye’nin işbirliği gerekli. Irak’taki ABD güçleri, İsrail ve Türkiye tarafından çevrelenecek bir Suriye’nin, güç kullanmadan uygun oranda siyasi-diplomatik-askeri baskı kullanılarak dize getirilmesi mümkündür. Benzer bir analiz İran için de yapılabilir. Bu denklemlerde ABD açısından boşluk noktası, İran ve Suriye’yle ilişkilerini derinleştirmeye çalışan Türkiye. Bu durumda, Türkiye’nin önümüzdeki günlerde bir kere daha kendi bölgesel çıkarları ile ABD’nin küresel/bölgesel arzuları arasında denge kurma/tercih yapma ikilemiyle karşılaşacağı anlaşılıyor. Türkiye’nin tercihlerinde ise bir taraftan ABD’yle ilişkilerinin yapısı, diğer taraftan ülke içi siyasi gelişmeler belirleyici olacaktır.
*Bu yazı PANORAMA Dergisi'nin Mart 2005/10. sayısında yayımlanmıştır.