Dünya büyük bir heyecanla, maruz kaldığı ağır baskı ve yıldırma çabalarına, ihanetlere ve suikast girişimlerine rağmen, Filistin halkının savunulucuğundan vazgeçmeyen, onun sembolü haline gelen Yaser Arafat’ın (Abu Ammar) ölümle yaşam arasındaki mücadelesini seyrederken, bölge uzmanları, siyasetçiler ve gazeteciler de Filistin Aslanı’nın yerini kimin alabileceğini ve bu değişimin bir taraftan Arap-İsrail çatışmasına, diğer taraftan Filistin halkının yarım asırdır devam eden hak arama mücadelesine nasıl yansıyacağını araştırıyor. Her ne kadar Arafat’ın sağlığı halen belirsizliğini koruyorsa da, onlarca yıldır karşılık beklemeden Filistin halkına kendini adayan, inat ve azmi ile her krizden sonra yeniden küllerinden doğan Arafat’dan sonrası artık konuşulmak zorunda.
Arafat’ın hayatı boyun eğmeme üzerine kurulmuştu. 1982’de kendisiyle birlikte gelenlerle birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’nün başında İsrail ordusunun zoruyla Lübnan’ı terkedip Tunus’a kaçmak zorunda kaldığında, pek çok kişi artık Arafat’ın ve FKÖ’nün sonunun geldiğini iddia etmişti. Fakat Arafat, takipçilerine çıktığı yolun Filistin’e gittiğini söylüyordu. Nitekim, dolambaçlı ve uzun da olsa, Oslo sürecinin Filistin Özerk Yönetimi’ne (FÖY) olanak sağlayan çerçevesinde 1994’de Gazze’ye döndüğünde onbinlerce Filistinli o zaman 65 yaşında olan yaşlı kurdun zaferini kutluyordu. Fakat hayat Filistin’de hiç de kolay olmadı. Oslo süreci çalışmayınca, Gazze ve Batı Şeria’da gerilim arttı. Arafat bir taraftan FKÖ içinde reform talebiyle ortaya çıkanlara ve yokluğunda bölgede etkinliklerini artıran Hamas ve İslami Cihat gibi oluşumlara karşı, diğer taraftan politikalarını giderek sertleştiren İsrail’e karşı politikalar geliştirmek ve ikinci İntifada sürecinde ortaya çıkan intihar eylemcilerine bir çare bulmak zorundaydı. Üstelik, İsrail tankları 2002’de Ramallah’ı işgal edip, Arafat’ın karargahını yerle bir ettiklerinde elinde olan ufak tefek kontrol mekanizmalarını da kaybetmişti. O günden beri hapishaneye dönen karargahında bir kaç odada yaşamaya mahkum olan Arafat, tanklarla çevrili ve ateş altındayken dahi “Dağlar rüzgarla yerinden oynatılamaz” şiarıyla pes etmeyi ve bulunduğu yerden çıkmayı reddetti. Fakat, kötüleyen sağlık durumu, her tür siyasi ve askeri baskıya direnen Arafat’ı sonunda 29 Ekim’de Filistin’den ayrılmaya zorladı. Ayrılışını dünyada milyonlar izlerken, liderlerini belki de son yolculuğuna uğurlamaya sadece bir kaç yüz Filistinlinin gelmesi son dönemde Arafat’ın içinde bulunduğu yalnızlığı gözler önüne seriyordu.
Ramallah’daki karanlık günlerinde destekçileri yavaş yavaş yanından uzaklaşmış, İsrail ve ABD’nin baskı ve girişimleriyle FKÖ içinde dahi artık yerini gençlere terketmesi gerektiği açıkça söylenmeye başlamış, 11 Eylül sonrası karmaşasıyla uğraşan dünya kısa sürede dört duvar arasında hapis hayatı yaşayan, etrafı tanklarla çevrili Arafat’ı unutmuştu. Fakat, sağlık durumu kötüleşince birden herkes kendisiyle yakından ilgilenmeye başladı: Bunca zamandır durumuna aldırmayan Arap ülkeleri bir anda doktorlar gönderdiler; Bir hafta öncesine kadar Batı Şeria’dan ayrılırsa, bunun kesin sürgün olacağını söyleyen Şaron, bir anda politika değiştirerek, Filistin liderinin geri dönebileceği sözünü vererek ülkeden ayrılmasını kolaylaştırdı; Ramallah’daki durumunu kolaylaştırmak için hiç bir şey yapmayan uluslararası toplum tedavi için seferber oldu. Kuşkusuz Yaser Arafat, hayatında pek çok hata yaptı, çeşitli kereler barış fırsatını kaçırdı, yolsuzluklara ve çürümüşlüğe izin verdi, şiddete yakın durdu, otokratik tek adam yönetimi oluşturdu ve Filistin’in geleceği için gerekli reformların yapılmasına direndi. Fakat, son noktada Arafat’ın tarih sahnesinden çekilmesi ihtimali dostlarını ve düşmanlarını aynı noktada birleştirdi: Arafat sonrası Filistin korkusu.
Söz konusu olan sadece FKÖ, Hamas ve İslami Cihat arasındaki gerilim değil; Temmuz’dan beri Gazze’de kimisi Arafat’a bağlı radikal genç gruplar arasında çıkan çatışmalar ve El-Fetih içerisindeki Arafat karşıtı başkaldırı gerilimin nerelere kadar uzanabileceğine işaret ediyor. Arafat’ın hastalığı yada vefatının bu çatışmaları artıracağı ve şu ana kadar kontrol altında tutulan gerginlikleri de su yüzüne çıkartacağı açık. Üstelik, tüm bunlar İsrail Başbakanı Şaron’un kendi kabinesini de bölen bir kararla tek taraflı olarak Gazze’den çekilmeye karar verdiği bir dönemece denk geliyor. İsrail’in uzun süredir ABD tarafından da desteklenen politikası Arafat’ın liderliğini Filistinliler arasında sorgulamaya açmaktı. Fakat, Arafat’ın kontrolünün ortadan kalktığı şu günlerde gerçekleştirilecek bir çekilme sonrası Gazze’de kimin ve nasıl etkin bir yönetim sağlayabileceği çok önemli bir soru olarak gündeme geliyor. Eğer, Gazze’yi kontrol edebilecek etkin bir Filistin yönetimi kurulabilirse, bu başarı ABD’yi yeniden devreye girmeye zorlayarak, geniş bir barış sürecine giden yolu açabilir. Aksi durumda, Gazze’yi kontrol edemeyen bir Filistin yönetimi ise Şaron’un geri çekilme planına da karşı çıkan radikalleri daha da güçlendirerek, barış sürecini içinden çıkılmaz bir noktaya taşıyabilir.
Arafat, Filistin hareketinin hem en güçlü öğelerinden, hem de en önemli zaafiyet noktalarından birisiydi. Ne kendisinden sonrası için bir lider adayı hazırladı, ne de yeni bir lider atayacak kurumsal yapıyı. Arafat tüm ipleri kendi elinde tuttuğu için, ölümünün Filistin otoritesi içerisinde büyük bir boşluk ve kaos yaratacağı açık. Sorun bu kaosun ne kadar büyük ve yaygın olacağı. Üst düzey Filistin yetkilileri liderin yerine kimin geçeceği konusunu kamuyoyu önünde henüz tartışmıyorlar. Fakat FÖY Başbakanı Ahmed Kuray şimdiden önemli-önemsiz tüm gruplarla Gazze’de biraraya gelerek, Arafat sonrasını tartıştı bile. Gruplar şimdilik barışçı bir geçiş dönemi üzerinde anlaşmış gözüküyorlar, ama bu oydaşmanın gerçek liderlik rekabetine dayanıp dayanmayacağı açık değil. Olası adaylar arasında Arafat’la birlikte Tunus’a sürgüne gidenlerden hâlâ yakında kalan FKÖ Genel Sekreteri Mahmud Abbas (Abu Mazin), FÖY Başbakanı Ahmed Kuray (Abu Ala), Dışişleri Bakanı Nabil Şaath, Gazze eski güvenlik şefi Muhammed Dahlan ve genç jenerasyondan Batı Şeria eski güvenlik şefi Cibril Rocub ile şu anda İsrail’de hapiste bulunan El-Fetih’in Batı Şeria’daki eski lideri Marvan Barguti’nin isimleri geçiyor. Fakat, hiç birisi Arafat’ın yerine geçmek için tabanın mutlak desteğine sahip değiller. Arafat, halkına nihai barışı getiremedi; İsrail’e yönelik intihar saldırılarını da durduramadı. Fakat yine de, Filistinliler arasında İsrail’le Oslo’da anlaşmasını imzalayabilecek ve bunu halkına kabul ettirebilecek tek liderdi.
Bir diğer önemli soru, Arafat’ın sağlığında onu izole etmeye çalışan İsrail’in sorunun çözümü yolunda geçmişte atmadığı cesur adımları Arafat’ın yokluğunda atıp atmayacağı. Pek çok uzman Şaron ve Arafat’ın aslında birbirlerine ihtiyaç duyduklarını ve varlıklarını meşrulaştırdıklarını iddia ediyor. Bu durumda, Arafat’ın sahneden çekilmesi, İsraillilerin umdukları gibi FKÖ’nün ortadan kalkmasından önce, Şaron gibi radikal politikacıların anlamsızlaşmasını da sağlayabilir. Eğer bu gelişme, Filistinli radikallerin ateşten çemberde sıkışmış birer akrep gibi kendilerini sokmalarından önce gerçekleşirse, o zaman Orta Doğu’da barış süreci için yeni bir şans doğabilir.
Arafat, ABD ve İsrail yönetimlerince barışın önündeki engel olarak görülmüştü; fakat onun denklemden çekilmesi de kendi başına barış sürecini başlatacak bir gelişme değil. Yokluğunda, merkezileşmiş yönetimin yetkilerinin dağılacağı kesin; tabii yetkileri sahiplenmek isteyecek farklı gruplar arasında yaşanacak çatışma ve gerilimler de. Arafat’ın yokluğu FKÖ’nün daha ılımlı olacağı anlamına da gelmiyor elbette. Aksine, Arafat gibi birleştirici bir sembolün yokluğunda Filistin toplumu daha da parçalanabilir; her bir kasaba, aşiret ve grup kendi lideriyle FKÖ öncesi döneme dönebilir. Ortak bir lider ise ancak ulusal seçimlerle sağlayabilir. Buna şimdiye kadar zayıf ve sorunlu bir Filistin yönetimini, kendisiyle pazarlık edecek ve anlaşmak için ödün vermek zorunda kalacağı güçlü bir temsili yönetime tercih eden Şaron karşı çıkıyordu. Şaron’un umudu sorunu, daha fazla ödün vermeden tek taraflı kısmî bir çekilmeyle çözebilmek. Fakat, FKÖ’nün tepesinde hızlı ve nispeten kolay bir nöbet değişimi olsa bile, yeni liderlik de en az Arafat kadar Batı Şeria’nın çeşitli kısımlarının İsrail işgali altında kalmasına karşı çıkmak zorunda kalacaktır.
29 Ekim’de sendeleyen adımlar ve son kalan bir kaç dostunun yardımıyla Ramallah’da helikoptere binmeye çalışan Arafat, tüm hayatı boyunca olduğu gibi, yine Filistin halkını en iyi temsil eden semboldü: savaştan ve çatışmadan yorulmuş, umutlarını kaybetmiş, kardeşleri tarafından terk edilmiş, geleceğinden korkan ve sorunlarıyla yüzleşmekten kaçan bir halk. Belki de bu yüzden, onu Filistin’den uğurlamaya o kadar az sayıda Filistinli gelmişti....
Arafat, zor tercihler yapması ve kararlar alması gereken bir liderden çok, duyguları harekete geçirmesi yeten bir sembol olarak başarılıydı. Son yıllarda çoğu zaman eğer çözümün parçası değilse, tüm planı çöpe atmayı tercih ettiğini gösteren politikalar izliyordu. 1958’de kurduğu El-Fetih ve 1969’da liderliğini ele geçirdiği FKÖ ile Filistin halkını dünya gündemine soktu ve sembol haline geldi; ama 1993 sonrasında izlediği politikalarla halkını bir devlet sahibi yapamadan ve desteğini kaybetmiş bir lider olarak Ramallah’dan ayrılmak zorunda kaldı. Kuşkusuz Filistinliler Arafat’tan sonra zor da olsa kendilerine bir lider bulacaklar. Bu lider belki de onları sonunda hep aradıkları devletlerine de kavuşturacak. Fakat Filistin’in artık davasıyla özdeşleşmiş bir sembolü olmayacak. Arafat’ın hangi özelliğiyle hatırlanacağını ise ancak tarih gösterecek.
*Bu yazı PANORAMA Dergisi'nin Kasım 2004/6. sayısında yayımlanmıştır.