Mayıs ayı içerisinde İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona erişinin altmışıncı yıldönümü çeşitli törenlerle kutlandı. Bunların en büyüğü pek çok dünya liderinin katıldığı Moskova’da yapılan kutlamalardı. Bu törenlerde kutlanan artık varolmayan bir düzenin -eski dünya- başlangıç noktasıydı. İkinci Dünya Savaşını sona erdiren antlaşmalar ve takip eden düzenlemelerle oluşturulan “1945 Düzeni”, “Yalta Düzeni” ya da “BM Sistemi” de denilen iki kutuplu uluslararası sistem aslında 1989-1991 sürecinde sona ermişti. Avrupa dışı iki nükleer gücün Avrupa’da karşılıklı dengesine dayanan bu düzen dünyayı aynı kuşak içerisinde iki büyük yıkımla karşı karşıya bırakan Avrupa’ya kırkbeş yıllık Soğuk Savaş’ı yaşattı. Bu düzenin dayandığı unsurlardan iki kutuplu dengenin kısa 20. yüzyılın sonunda çökmesi özellikle neo-realist uzmanlarca (Bkz. John J. Mearsheimer, “Back to the Future: Instability in Europe After the Cold War”, International Security, 15/4, 1990: 5-56) olumsuz değerlendirilmişti. Her ne kadar 20. yüzyılın bu soğuk barışı iki nükleer gücün birbirlerini ve tüm dünyayı bir kaç kere yok etme garantilerinin çılgınlığına (MAD - Mutually Assured Destruction) dayanıyorsa da, sistemin sürmesinde avantajı/çıkarı olan blok liderleri müttefiklerini kontrol altında tutarak üçüncü dünya savaşının çıkmasını önlediler. Sistemin gerilen yayları da Avrupa dışı küçük çatışma ve savaşlarla rahatlatıldı.
Dünya’ya milyonlarca hayata mal olan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının müsebbi olarak görülen Avrupa ise Soğuk Savaş boyunca parçalanmış, kısmen işgal altında, her an nükleer silahların ana hedefi olarak yaşamak zorunda bırakıldı. Her iki savaşın da merkezinde yer alan Almanya sanki bu düzenin mikro bir örneğiydi. İlk başta dört galip devlet tarafından işgal edilen, daha sonra zorla iki parçaya ayrılan, başkenti bir duvarla bölünen, doğu Prusya ve Silezya bölgelerini Polonya’ya vermeye zorlanan Almanya’nın doğusu korkunç bir baskı rejimine dönüşürken, batısı ABD’nin yönlendirmesiyle Fransa’yla biraraya gelerek bugün Avrupa Birliği’ne dönüşen sürecin temelini attı. Avrupa Birliği’nin bugün geldiği noktada kökenleri ve Avrupa Kömür Çelik
Birliği (AKÇB)’ni ortaya çıkartan süreç artık tartışılmıyor; hatta hatırlanmak dahi istenmiyor. Ama tarih unutmaz: AKÇB iki dünya savaşı çıkartmış Almanya’yı sistem içerisinde kontrol altında tutabilmek için ABD’nin dışardan maddi-manevi desteğiyle kuruldu. Eğer Almanya 1951 Nisan’ında resmen iki ülkeye ayrılmış, batısı resmen olmasa bile o dönemde hala yürürlükte olan egemenliği kısıtlayıcı önlemler ve ülkede konuşlanmış binlerce Amerikan askeri nedeniyle fiilen işgal altında olmasaydı ve Fransa İkinci Dünya Savaşından bunca zayıflamış çıkarak ayakta durabilmek için ABD’nin Marshall Planı çerçevesinde sunduğu yardımların devamına muhtaç olmasaydı, acaba AKÇB kurulabilir miydi?
Almanya’nın 7 Mayıs 1945’de teslim olmasıyla İkinci Dünya Savaşı Avrupa’da sona ermiş (savaşın tamamen sona ermesi için Uzakdoğu’da Japonya’nın 2 Eylül 1945’de teslim olmasını beklemek gerekecektir), Şubat 1945 Yalta Konferansında üzerinde anlaşmaya varılan düzen Nisan’da San Fransisco’da toplanan Birleşmiş Millletler (BM) örgütünün kurucu toplantısında “yeni dünya düzeni” olarak uygulamaya koyulmuştu. Bir önceki “büyük” savaşı yöneticilerinin hatalı değerlendirmeleri sonucunda yenikler safında kapatan Türkiye ise, bu sefer savaş dışında kalamak için binbir manevranın ardından, savaşın sona ermesine çeyrek kala Yalta kararları gereği San Fransisco toplantısına BM kurucusu olarak katılabilmek için 23 Şubat’ta Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek, savaş sonunda teknik olarak da olsa galipler safında yer almayı başardı. Bu savaş ilanına rağmen Türkiye’nin savaş boyunca izlediği “her ne olursa olsun savaş dışı kalma”ya yönelik politika, savaşın ardında “yeni dünya düzeni” kurulurken Türkiye’yi zor durumda bıraktı. Daha 9 Ekim 1944’de Büyük Britanya Başbakanı Winston Churchill ile SSCB Devlet Başkanı Joseph Stalin arasında Moskova’da gerçekleştirilen görüşmelerin sonunda bir akşam yemeğinin ardından peçete üzerinde planlanan ve savaş sonrası düzenlemelerinde büyük ölçüde uyulan dünyanın (aslında Avrupa’nın) nüfuz bölgelerine ayrılmasına ilişkin anlaşmada Türkiye’ye yer verilmemiş olması, Türkiye’nin savaş sonunda yaşayacağı sıkıntıların ilk işaretiydi. Bu anlaşmada örneğin Romanya Sovyet nüfuz bölgesi, Yunanistan da açıkça ABD’yle uyum içinde Britanya nüfuz bölgesine bırakılırken, Türkiye’nin kısa süre sonra (resmi olarak) ortaya çıkacak olan Doğu-Batı ayrımında hangi safta yer alacağı belirlenmemişti.
O gece Moskova’da varılan anlaşma aslında 20. yüzyılda büyük güçlerin Avrupa’yı (ve dünyayı) ikinci defa paylaşımına işaret ediyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasının intikamcı ve yenikleri sistem dışında bırakan düzen arayışının hatalarından ders alan galipler bu sefer yenikleri de sisteme dahil ettiler; ama sistemin kesin kontrolünü ellerine almayı da ihmal etmediler. Böylece BM sistemi kurulurken oluşturulan Güvenlik Konseyi’nde galiplere veto hakkı tanındı. Birinci savaş sonrasının ekonomik çöküntüsünün tekrarlanmaması için Bretton Woods sistemi oluşturuldu. Siyasi ve ekonomik boyutları bu şekilde kurulan “yeni dünya düzeninin” askeri yönü de 1949’da kurulan Varşova Paktı ve NATO’yla tamamlandı. Zamanla herkesin işleyiş kurallarını öğrendiği ve dünyaya kırkbeş yıl hizmet eden bu yapının 1991’de çökmesinden beri tartışılan esas konu yine-yeniden kurulmaya çalışılan “yeni dünya düzeni”nin yapısı ve gideceği yön oldu.
1991’de baba Bush’un erken ilan ettiği gibi yeni dünya düzenine geçilmedi. 1991’de olan eski düzenin yıkılmasıydı. Takip eden on yıl dünyanın çeşitli yörelerinde artan risklerle birlikte Avrupa’nın merkezinde katliamlar ve çevresinde sıcak çatışmalara tanık olduğumuz bir geçiş dönemiydi. Bu dönem 11 Eylül 2001’de El Kaide’ye mensup teröristlerin sivil uçakları füze gibi kullanarak New York ve Washington’daki hedeflere saldırmalarıyla sona erdi. 11 Eylül’den sonra tanık olduklarımız ise ABD’nin bu sefer gerçekten “yeni dünya düzeni” kurma çabası ve ABD’nin vizyonuna karşı diğer büyük güçlerin direnişidir. Afganistan operasyonunda ABD’ye destek veren BM Güvenlik Konseyi ve NATO üyelerinin önemli bir kısmının Irak krizi ve takip eden savaşta ABD’nin karşısında yer almalarının arkasında, bu ülkelerin ABD’nin Afganistan’dan Irak’a geçerken “uluslararası terörizmle mücadele” çabasından kendi vizyonu çerçevesinde “yeni bir dünya düzeni kurma” aşamasına geçmiş olduğunu farketmiş olmalarıdır. Irak Savaşı’yla başlayan bu direniş daha sonra ABD’nin geliştirdiği Büyük Orta Doğu projesine karşı çıkmayla devam etti.
Genel olarak bakıldığında, 1991’den sonra çeşitli güçlerin uluslararası politikaları büyük ölçüde yeni oluşmakta olan dünya düzeninde pozisyon almaya yönelikti. Rusya’nın “yakın çevre” doktrini; AB’nin “Barcelona Süreci”, “Rayoumont Süreci”, takipeden “Güneydoğu İstikrar Paktı” ve nihayetinde “Yeni Komşuluk Politikası”;
NATO’nun “Akdeniz Diyaloğu”, “Barış için Ortaklık” projesi ve nihayetinde “İstanbul İşbirliği Girişim” ile ABD’nin önce Büyük sonra Geniş Orta Doğu projeleri ve AB ile NATO’nun genişlemeleri hep buna yönelik adımlardı. Bugün gelinen noktada AB ve NATO yeni üyelerle Avrupa’nın doğusuna genişleyerek, neredeyse tüm Avrupa’yı aynı siyasi, ekonomik ve güvenlik sistemi içerisine aldılar. Yine AB, NATO ve ABD’nin çeşitli girişimleriyle Kuzey Afrika, Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya’nın büyük bölümü, eski Doğu Avrupa ile Karadeniz kıyılarının önemli bir kısmı Batı ekonomik-siyasal ve güvenlik sistemiyle eklemlendirildi. Devam eden süreçte yeni ilerleme noktalarının Batı Balkanlar, Ukrayna (ve Moldovya) ile Gürcistan’ın tamamen bu sisteme dahil edilmeleri olduğu açıktır. ABD Başkanı Bush’un Moskova’dan buradaki 60. Yıl kutlamalarını boykot eden Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili’nin davetlisi olarak Gürcistan’a geçmesi (ve bu arada son bir yıl içerisinde normalin üzerinde bir sıklıkla yüksek düzeyli ABD yetkililerinin bu ülkeyi ziyaretleri) gidişata işaret etmektedir. Tüm bu gelişmelerde karanlık noktalar (yani henüz açık bir şekilde Batı sistemine eklemlenemiş bölgeler - Ermenistan, Suriye, İran) Türkiye’nin sınırları boyunca uzanıyor. Bu durumun, son bir kaç yıldır ABD ve AB’nin Türkiye’ye yönelik çeşitli politika ve baskılarını açıklamakta büyük katkısı olduğu açıktır.
Dünyada bu gelişmeler olurken, Türkiye de kural ve tarafları henüz tam olarak belirginleşmemiş bir düzen içerisinde taraf seçmeye zorlanıyor. Büyük Savaş’ın başladığı günlerde Almanya tarafını seçen İttihat ve Terakki yönetimi, yanlış seçiminin bedelini bir imparatorluğu kaybederek ve Türk milletini anavatanını da kaybetme tehlikesine maruz bırakarak ödemişti. Bundan ders alan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları iki dünya savaşı arası dönemde uluslararası ilişkilerinde giderek Batı’ya yaklaşmakla birlikte, mecbur olmadıkça taraf olmayan bir tutum izlemeye çalıştılar. Taraf olmaya zorlandıklarında da Osmanlı tecrübesinden devraldıkları farklı güçler arası rekabet ve dengelere oynamayı tercih ettiler. Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında İngiltere ile Fransa ve Müttefiklerle Sovyet Rusya arasındaki farklılıkları kullanan Türkiye, Soğuk Savaş döneminde de ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki rekabetten avantaj sağladı. Fakat, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve ardından gelen düzensiz sistemsel dönüşüm dönemi Türkiye için “eski güzel günlerin” sonu oldu.
Soğuk Savaş sonrasında Türkiye dış ilişkilerinde üç nedenle sorun yaşamaktadır. Öncelikle Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi belirgin şekilde birbirleriyle rekabet eden bloklar artık yok. Geçiş sürecinde çok değişken gruplaşmalar birbirleriyle sonucu henüz belirgin olmayan ve açıktan sürdürülmeyen bir rekabet içindeler. ABD’nin tek başına tepede konumlandığı bu yapı içerisinde, ABD hegemonyasına/imparatorluğuna alternatif olarak sunulan ülke ve ülke grupları henüz bu potansiyele sahip olmadıkları için Türkiye gibi ülkeler açısından şimdilik “gerçek alternatif” olabilmiş değiller. Rusya, Avrasya Birliği, Türk Cumhuriyetleri Birliği gibi zaman zaman gündeme getirilen “alternatifler”in Türkiye’ye ABD etkinliği karşısında gerçek bir alternatif sunmadıkları açıktır. Üstelik bu ülke veya ülke gruplarının Türkiye’yle bu tür bir birliktelik arzusu içerisinde olduklarına dair bir işaret de yoktur. Bu ortamda uzun zamandır altan alta rekabet etmekte olan AB ile ABD arasında denge arayışındaki Türkiye, bu iki gücün anlaştığı alanlarda (örn. Kıbrıs sorunu, Ermenistan’la ilişkiler) zor durumda kalıyor. İki güç arasında anlaşma olmadığı alanlarda (örn. Irak) ise bu sefer kendi bölgesel çıkarları ile bu güçlerin karmaşık, çok boyutlu ve küresel çıkarları arasında denge kurmakta zorlanıyor.
İkinci olarak, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dünyada nerede yer alması gerektiğine dair uluslararası arenada genel bir anlayış birlikteliği olmakla birlikte, özele inildiğinde büyük güçlerin paylaşım mücadelesinde Türkiye’nin yeri henüz belirsizdir. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi, şu andaki geçiş sürecinde Türkiye’yi açıkça yanında görmek isteyen ve bunu zorlayan bir gücün yokluğunda Türkiye yerini/yönünü bulmakta zorlanmaktadır. Savaş sonu nüfuz alanları paylaşımında Türkiye’ye yer verilmediği için, İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye bellli bir süre tek başına farklı gruplar arasında kendine yer aramak zorunda kalmış, bu arada ortaya çıkan Sovyet tehdidine karşı da tek başına direnmek durumunda kalmıştı. Bu ortamda Türkiye’nin Batı Bloğuna yönelmesi bir taraftan ABD’nin Marshall Planı ve Truman Doktrini ile Türkiye’yi yanına çekmesi, diğer taraftan Sovyetler Birliği’nin çeşitli talepleriyle Türkiye’yi korkutup itmesinin sonucudur. Soğuk Savaş sonrası dünyada bu şekilde ne Türkiye’yi belli bir yöne doğru itecek belirgin ağır bir askeri tehdit, ne de Türkiye’yi yanına çekme gayretinde olan belirgin bir grup vardır. Türkiye’nin genel olarak Batı sistemi içerisinde olması gerektiği sorgulanmamakla birlikte, bu beraberliği sağlayacak temel bağlantı ve çekim noktasının neresi olması gerektiği konusunda belirgin bir kararlılık ve tercih göze çarpmamaktadır. ABD’nin Türkiye’yi AB’ye doğru cesaretlendirmesine rağmen, AB ülkelerinin Türkiye’yi kendi içlerine almakta gayret göstermemeleri, hatta açıkça köstek olmaya çalışmaları, Türkiye’yi tercihini açıkça AB’den yana kullanmakta çekimserliğe itmektedir. Bu çekimin yokluğunda Türkiye bir taraftan ABD birlikteliği olasılığını denemekte, fakat bunun bölgesel politika gereklerinden kaçınmakta, diğer taraftan sanal birliktelik senaryoları geliştirerek, farklı alternatifleri olduğu söylemine kendini inandırmaya çalışmaktadır.
Son olarak, Türkiye Soğuk Savaş sonrasının belirsizlik ortamında birlikte hareket edeceği devlet ya da devletler grubunu açıkça seçmekte zaafiyet göstermektedir. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı içerisinde tarafını açıkça ilan etmekten çekindiği gibi, bugün de Türkiye ister istemez birlikteliğe sürüklendiği AB’yi açıkça “seçmekten” çekinmektedir. Bu, bir taraftan geleneksel dış politikada denge arayışının sonucu iken, diğer taraftan yukarıda da ifade edildiği üzere AB’nin bu konuda büyük bir arzu göstermemesinin de yansımasıdır. Ayrıca, ülkenin son onbeş yıldır yaşamakta olduğu kültürel ve sosyal kendini sorgulama sürecinin ve kimlik tartışmalarının da bunda etkisi olduğu açıktır. Uzun yıllardır yabancı uzmanların Türkiye’den bahsederken kullandıkları “kimlik bunalımı” ifadesi sonunda bir kriz halinde Türkiye’nin başına çökmüştür. Bu kriz, sadece iç siyasetteki kesinlikleri törpülememiş, aynı zamanda Türkiye’nin dış ilişkilerinde de kararlılığını zaafiyete uğratmıştır. Sonuçta Türkiye kendini, iç ve dış siyasetinde birbirlerini besleyen krizler ve sorunlar sarmalıyla karşı karşıya bulmuştur. Bu ortamda başarılı dış politikanın geleneksel dayanak noktaları olan istikrarlı iç siyasi yapı, dengeli ekonomik gelişme ve kararlı askeri güç unsurlarında yaşanan aksama ve dönüşümler, Türkiye’nin dış ilişkilerine belirsizlik ve kararsızlık şeklinde yansıyor.
Bu şekilde sürekli kendini sorgulayan ve dışardan bir tehdit tarafından itilmeyen ya da güçlü bir tercihle çekilmeyen Türkiye için Soğuk Soğuk savaş sonrasının geçiş yılları (1990’lar) tıpkı 1970’ler gibi kayıp yıllar olmuştur. 1970’lerde ülkede yaşanan siyasi karmaşa ve parçalanmışlık nedeniyle iç ve dış politikalarında adım atamayan Türkiye, bu sefer de alternatifsizlik ile sanal yoğun alternatifler arasında gidip gelmektedir. Uluslararası sistem içerisinde bulunmak istediği yere tam olarak karar vermeyen Türkiye, önüne çıkan olası alternatif birlikteliklerin hiç birisinin gereklerini yerine getirmeye cesaret edememektedir. AB, ABD, Avrasya, Türk Dünyası, tam bağlantısız ya da benzeri tüm seçenekler belirli davranış kalıplarını dayatmakta, belirli tavırların alınmasını gerekli kılmaktadır. Türkiye ise kendi içinde yaşadığı ikilemler nedeniyle bu seçeneklerin hiç birisinin gereklerini tam olarak yerine getiremediğinden uluslararası ilişkilerinde sürekli daha karmaşık ve zor tercihlere doğru sürüklenmektedir.
O kadar ki, Türkiye 1975’de ABD ambargosuyla karşılaştığında bile uluslararası ilişkilerinde bu kadar sıkışmamıştı. Çünkü o zaman bile Türkiye’nin hangi bloğa ait olduğuna dair bir kuşku yoktu: Sorun sadece Batı Bloğu içinde bir anlaşmazlıktan ibaretti ve Türkiye’nin ihtiyaçları Blok için başka kaynaklarca karşılanmıştı. Bugün ise Türkiye aynı anda AB ve ABD ile ilişkilerini gerginleştirme, buna karşılık Avrasya, Rusya ya da bölgesel başka alternatif birliktelikler oluşturamama “başarısını” gösterebilmektedir. Böyle olunca, çeşitli karar vericilerin ağzından aynı konuşma içerisinde “ABD ile stratejik ilişkilerin yeniden tesis edilmesi”, “Suriye ve İran’la ilişkilerin daha da geliştirilmesi”, “Rusya ile stratejik ortaklık kurulması” ve “AB’ye tam üyelik misyonundan vazgeçilmemesi” söylemlerini birbiri ardına dinleyebiliyoruz. Bu tür önermelerin gereklerini yerine getirme niyeti olmadıktan sonra, çelişkili açıklamalar yapmak siyaseten çekici gözükebilir; fakat çok-taraflı dış politika izlemeyle hiç bir alakası olmayan bu tür açıklamaların Türkiye’nin uluslararası arenada inanılırlığını hızla kaybettirdiğini de unutmamamk gerekir. Vatandaşın kafasını karıştırıp, olmayacak alternatifler etrafında heyecanlar ve komplolar üretilmesine katkıda bulunmak da cabası...
*Bu yazı PANORAMA Dergisi'nin Haziran 2005/13. sayısında yayımlanmıştır.